Kentsel dönüşüm politikaları nereye kadar?
Eyüp MUHCU - Eski TMMOB Mimarlar Odası Başkanı
Kentlerin barındırdığı canlıların gereksinimlerini karşılaması, eko sistemin sürekliliğinin sağlanması, beslenme ve barınma sorunlarının çözüme kavuşturulduğu ortak bir yaşam alanının inşa edilmesi ve örgütlenmesi nüfusun olağanüstü arttığı ve çevre sorunlarının yaşandığı günümüzde önemli ve yaşamsal hale gelmiştir.
AFETLER VE GELECEK
Küresel ısınma, iklim değişikliği ve çevre kirliliği dünyamızda yaşanan afet olaylarını hem sayısal hem de büyüklük olarak artırmaktadır. Bu süreçte izlenen “özelleştirme ve ranta” dayalı kentleşme politikalarına bağlı olarak; toplumsal yarar yerine özel şirketlerin çıkarlarını gözeten hatalı plan, yapılaşma ve yatırım kararları kaynaklık etmektedir.
Ülkemizde 20 yılı aşkın süredir izlenen “Ranta, doğa yağmasına ve emek sömürüsüne” dayalı kentsel dönüşüm politikaları, var olan sorunları ve afet risklerini daha da vahim hale getirmektedir.
Yaşanan depremlerle birlikte, su baskınları, heyelan, aşırı sıcak ve soğuk hava koşulları, orman yangınları, kuraklık, susuzluk vb doğa olayları giderek büyük afetlere dönüşmektedir.
1999 Büyük Marmara depreminin üzerinden 25 yıl geçmesine karşın yapı stoku depremlere ve afetlere karşı güvenli hale getirilmemiştir. Var olan yaklaşık 20 milyon yapının yaklaşık 15 milyonu ya yeterli ya da hiç mimarlık ve mühendislik hizmeti almadan inşa edilmiş ve daha sonra çıkarılan imar afları ile yasallaştırılmıştır.
Kentsel dönüşüm politikaları deprem yıkımlarından daha az tehlikeli değil!
“Depremlere hazırlık” gerekçesi ile son 20 yılda bilimsel ve hukuki dayanaktan yoksun, kamu yararı yerine özel çıkarları ve imar rantı önceleyen karar ve uygulamalar “Kentsel Dönüşüm” adı altında yürürlüğe konmuştur.
Bu dönemde doğa/kültür ve kamu yağmasına ve kentlerin yaşanmaz gelmesine neden olan; afet risklerini artıran ve depreme karşı güvenli olmayan yapılaşmalar ülkenin dört bir tarafında engelsiz olarak inşa edilmesi için iktidar bütün olanaklarını seferber etmiştir.
ÜRETİLEN KONUT SAYISI YETERSİZ
Buna karşın üretilen konut sayısı hedeflerin ve gereksinimlerin çok gerisindedir. TÜİK verilerine göre 2013-2022 yılları arasında geçen 10 yılda 7 milyon 326 bin 802 konuta iskan izni verilmiştir. Kamu eliyle, özel sektör ve kooperatif tarafından yılda üretilen ortalama konut sayısı yaklaşık 750 bin civarında. 2022 yılından sonra ekonomik krizin büyümesi nedeniyle yılda üretilen konut sayısı giderek azalmaktadır.
Yılda nüfus artışına bağlı olarak üretilmesi gereken yeni konut sayısı ise yaklaşık 1 milyonun üzerindedir. Deprem nedeniyle yenilenmesi gereken konut stokunu eklediğinizde bütün teşviklere ve desteklere karşın üretilen konut miktarının ne kadar yetersiz olduğu anlaşılmaktadır.
YAPI ÜRETİM VE DENETİM DÜZENİ
6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli 11 ilde yaklaşık 14 milyon yurttaşımızı etkileyen ve 50 binden fazla insanımızı kaybettiğimiz depremlerde yeni üretilen binaların çökmesi veya ağır hasar görmesi kentsel dönüşüm düzeninin sağlam ve güvenli yapı üretmediğini acı bir şekilde göstermiştir.
Konut üretiminde uygulanan TOKİ modeli ile kamu arazileri imara açılarak özelleştirmekte ve iktidara yakın şirketlere servet transferi yapılmaktadır. Bütün devlet desteğine rağmen 20 yılda 1 milyon 170 bin konut üretebilmesi açık bir başarısızlıktır.
Yılda ortalama 58 bin 500 konut üretebilen TOKİ eliyle deprem bölgesinde 1 yılda 200 bin konut yapılması hedeflenmişti. “Süreci hızlandırmak” gerekçesi ile eşe dosta dağıtılan usulsüz milyarlarca bedelde ihalelere ve iktidar belediyelerinin desteğine rağmen çok az sayıda konut üretilebilmiştir.
Konutlarının yer seçimleri, zamanında teslim edilememesi, niteliksiz, estetikten yoksun olması, afetlere karşı güvenli yapılı çevreler üretilememesi TOKİ hakkında yeterli bilgi vermektedir.
Nitekim TOKİ’nin Bağdat Caddesi üzerinde kat karşılığı inşaat yapmak için girişimlerde bulunması gelinen aşamayı dramatik bir şekilde yansıtmaktadır.
İBB ortaklığı KİPTAŞ’ın; genel olarak konut üretimini desteklemek, kentin kiracılarına konut üretmek, bu amaçla kamu-toplum ortaklıkları gerçekleştirmek ve kooperatifçiliği yaygınlaştırmak yerine “rant getirisi yüksek” bölgelerde kat karşılığı inşaat işlerine soyunması ve TOKİ ile aynı yolu izlemesi ise başka bir gerçeği yansıtmaktadır.
Genel olarak rejimin asli unsurlarından biri haline gelen mafyöz örgütlenmelerin yapı üretim ve denetim düzenine de egemen olması geleceğin sağlam ve güvenli yapılarının inşasının önünde en önemli engellerden birini oluşturmaktadır.
Yapı üretim ve denetim sürecinden Meslek Odalarının, Üniversitelerin ve toplumun dışlanması; yapı denetimi konusunda yerel yönetimlerin Anayasal yetkilerini kullanamamaları; özelleştirilen yapı denetim kuruluşlarının doğası gereği “denetim…” gerçekleştirememeleri ile ilgili yaşanan sorunlar deprem gerçeği göz ardı edilerek giderek artmaktadır.
Bütün bu zorluklara karşın; işini kamu yararına, mesleğe ve etik kurallara bağlı olarak yapan kişi, kurum ve kuruluşlara teşekkür etmek gerekiyor.
AFET RİSKLERİ BÜYÜYOR
Türkiye Afet Politikasının ve bağlı olarak Bütünleşik Afet Yönetiminin olmaması afetlere karşı hazırlık (öncesinde-esnasında- sonrasında) çalışmaları sağlıklı yürütülememektedir.
Depremlerde en çok yıkımlar “İmar Affı” kapsamında ruhsatlandırılan yapılarda görülmektedir. En son 7143 Sayılı Kanun kapsamında 2018 yılında çıkarılan “İmar Affı” çıkarılmıştı.
İmar Affı süreleri yasal olarak bitse de; Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile belediyeler tarafından yapılan plan ve yönetmeliklerle getirilen yoğunluk ve kat artışları ile hala devam etmektedir.
Son zamanlarda kentsel dönüşümün koşulu olarak; imar artışlarının yeniden gündeme getirilmesi ve belediye yönetimlerinin baskı altına alınması düşündürücüdür. Kentleri yurttaşların sosyal, kültürel ve ekonomik etkinliklerini insancıl yaşam çevresi olarak görmeyen bu yaklaşımlar; kentsel yaşam niteliğini yerle bir ederken hem fiziki yıkımlara hem de salgınlara ortam hazırlamaktadır.
“Özelleştirme ve kaynak sağlama” amacıyla kamu varlıklarının ve arazilerinin elden çıkarılması; kamu hizmetlerinin aksamasına ve geliştirilememesine neden olduğu gibi afetlere hazırlık sürecinin de aksamasına neden olmaktadır.
Afetler sonrası toplanma yerleri hâlâ sağlıklı olarak belirlenmemektedir. Var olan toplanma yerlerinin ise büyük ölçüde imara açılması devam etmektedir.
Yerleşim yerlerinde toplum yaşamını tehdit eden yanıcı, parlayıcı ve patlayıcı niteliklere sahip işletmeler varlığını sürdürmekte ve yeni işletmelerin açılmasına olanak tanınmaktadır. Kentlerin içeresinde var olan kimyasal depoların varlığı ve her yere benzin istasyonlarının hiçbir kurala bağlı olmadan yapılması vb çok sayıda örnekleme yapmak mümkündür.
Bütün bu ve benzeri sorunlar afet risklerini arttırırken “depremlere karşı…” söylemler üst perdeden dile getirilmektedir. Yurttaşların “deprem korkusu…” sömürülerek; siyasal / ekonomik rant kararları ısrarla yürürlüğe konmaktadır.
Kural tanımayan “Kentsel Dönüşüm” politika ve uygulamaları karşısında; afet risklerinin azaltılmasını, kentlerin ve yaşam çevrelerinin “sağlıklı ve güvenli” ortamlar olarak geliştirilmesini savunan kesimler sürecin dışına atılmaya ve düşmanlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Unutmayalım ki;
Kamu yönetimlerinin uygarlığı yeniden kentlerle buluşturma görev ve sorumlulukları vardır.
“Rantı kutsayan..” iktidarın 30 yıldır belediyelerde ve 20 yılı aşkın süredir merkezi yönetimde bu sorumluluğu taşımadığı ve hatta insan/toplum yaşam kültürünü yok sayan, dogmatik bir anlayışı dayatan bir yaklaşım sergilemeye devam ettiğini görüyoruz.
Afet risklerini azaltmak ve geleceğin sağlam ve güvenli kentlerini kurmak bir yana; kentsel dönüşüm ve uygulamalarının kendisi bir afet olmuştur.
Bu koşullarda muhalif belediyeler tarihsel bir eşikte bulunmaktadırlar. Ya kentleri uygar ortamlar olarak geliştirmek için toplum ile birlikte çaba gösterecekler ya da iktidarın türevi, daha makul gibi görünen bir yol izleyecekler.
Ancak, geleceğimizi etkileyen kararların bedelini yurttaşlar, toplum yani biz ya birlikte göğüsleyeceğiz ya da birlikte ödemeye devam edeceğiz.