Kesişen ve kesişemeyen yolların romanı
Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sında Türkiye, İstanbul, Havran, Ankara, Almanya, Berlin ve Prag’a yolculuk ediyoruz. Bir bakıma, bizi gezdirirken, aynı zamanda insanoğlunun aşkla, duygularla ve sanatla olan bağını konu ediniyor yazar. Bu yüzden, bizi seyahat ettirirken aynı zamanda da yolculukların bizi nasıl insani duygulara sürüklediğini anlatıyor.
EZGİ ÖZSAN
Değerli yazar Sabahattin Ali’nin sevilen kitabı “Kürk Mantolu Madonna”, bizi sonsuz bir yaşam yolculuğuna çıkarıyor. Yalın ve anlaşılır diliyle yaşama dair yepyeni bir pencere aralıyor. Edebiyat dünyasının klasikleri arasında yer alan kitap, çağdaş anlatım tarzıyla yazın hayatımızda aşka, doğaya, sanata, tarihe ve kültürlere dair imgeler sunuyor. Romanı okurken gözümüze ilk çarpan unsur ise bir insanın seyahate çıktığında, bakış açısının nasıl beslendiği ile ilgili. Yolculukların başka biriyle karşılaşmak için oldukça iyi bir yol olduğunu anlatan roman, günümüzde hâlâ satış rekorları kırmaya devam ediyor.
Okuyucu, kimi zaman Almanya’da yaşayan ressam Maria Puder, kimi zaman Raif Efendi oluyor. Bazen Almanya, Berlin Grunewald’taki ormanda yürüyüş yapan bir yolcu, bazen de Atlantik’te şarkı söyleyen sanatçıları dinleyen bir dinleyici, kimi zaman Ankara sokaklarında dalgın dalgın yürüyen bir insan, kimi zaman Balıkesir Havran’da mahalle arkadaşlarıyla yaz günlerinin verdiği hayasızlığa kapılıp giden ufak bir çocuk, bazen ise Wannsee Gölünü izleyen meraklı biri ve bir zamanlar İstanbul’daki arkadaşlarına rastlayan heyecanlı bir genç gibi hissediyor. Kitabın akıcı ve evrensel dili bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor. Özellikle kitapta geçen mekânlar olan Türkiye, İstanbul, Havran, Ankara, Almanya, Berlin ve Prag’a yolculuk ediyoruz. Bir bakıma, bizi gezdirirken, aynı zamanda insanoğlunun aşkla, duygularla ve sanatla olan bağını konu ediniyor yazar. Bu yüzden, bizi seyahat ettirirken aynı zamanda da yolculukların bizi nasıl insani duygulara sürüklediğini anlatıyor.
Raif’in yolculuğu
Öncelikle ilk bölümde anlatıcı olarak yer alan Rasim karakteri, İstanbul’da işsizliğin verdiği buhranla çocukluk arkadaşı Hamdi’den iş istiyor. Ardından şirkette çalışmaya başlayan Rasim, ofis arkadaşı olan memur Raif Efendi ile tanışıyor. Nitekim, onun içe dönük yapısından dolayı şirket çalışanları tarafından ezilen biri olduğunu anlıyor. Daha sonra ise Raif’in olaylar karşısındaki sesssizliği dikkatini çekiyor ve onun kim olduğunu merak etmeye başlıyor. Fakat Raif Efendi ölümcül bir hastalığa yakalandıktan sonra yazdığı defteri Rasim’e vererek yakmasını istiyor. Rasim ise yok etmek yerine okumaya başlıyor. Bu nedenle, defterde yazılmış olan anıları okuyucuya ileten bir aracı haline geliyor. Öte yandan, defterin köşesine atılan tarihe göre Raif Efendi’nin yolculuğu 20 Haziran 1933 tarihinde başlıyor. Daha sonra yazdıklarından anlıyoruz ki, geçmişte babası Raif Efendi’yi Almanya’daki bir sabun fabrikasında çalışmaya ikna ediyor. Böylece bütün hayatı değişiyor. Berlin’e gittikten bir yıl sonra sanat galerisinde gördüğü tablodaki kadına âşık oluyor. Sadece bir tabloya… Dolayısıyla onu görmek için her gün sanat galerisine uğrayan Raif Efendi, birden kendini hiç bilmediği bir yalnızlığın içinde buluyor. Ancak tablodaki kadının galeriye uğramasıyla birlikte onunla tanışma fırsatı yakalıyor ve aşkını itiraf ediyor. Fazla hızlı değil mi? Ne var ki, romanın esas kadını olan Maria Puder, erkeklere toplumun bahşettiği özgüvenli davranışların altında yok olup gitmektense yalnız yaşamayı tercih eden bir kadın karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca kendine son derece güvenen ama ilişki kurmaktan hoşnut olmayan bir kişi izlenimi veriyor. Yine de, kimseyi istememesine karşın sonunda Raif Efendi’nin yılmak bilmeyen saf sevgisine kapılıp gittiğini okuyoruz. Tuhaf olan ise, 1930’lu yıllarda cinsiyet rollerinin imgesinin fazlasıyla belirgin olmasına rağmen, kitapta bahsedilen kadın ve erkek rollerinin yer değiştirmesi. Kadın karakter bir erkek gibi davranıyor. Diğer karakter ise sakin ve uyumlu yapısıyla bize bu imge değişimini apaçık gösteriyor. Bir bakıma roman bize, sürekli seyahat eden baş karakterlerin tanıştıkları andan itibaren eski kimliklerine geri dönemediklerini anlatıyor.
Yolculuklar üzerine
Aslında yolculukların yaşama dair sunduğu gizemlerden biri de bu. Sanırım hepimizin kendimizi tanımak ve geliştirmek için mecaraya atılmaya ihtiyacımız var. Bugün varlığıyla raflarımızda yerini almış olan romandaki karakterlerin çizgilerini anlatmaya devam edersem, yol edebiyatı insanın kendi kabuğundan çıkmasını, bildiklerini unutmasını ve daha fazlasını hissetmek için fırsat sunduğunu hatırlatıyor. Yalnız kitap bir aşk hikayesinden çok, bir trajediyi anlatıyor. Çünkü yaşamın doğal gidişatı bu iki insanı farklı hayatlara sürüklüyor ve kendilerinden derin izler bırakıyor. Diğer bir yandan, Maria Puder’ in Prag’da yaşadıklarını ve Raif Efendi’ nin bir daha ona ulaşamamasını düşünürsek, iletişim eksikliğinin vahametini anlatan harikulade bir kitap olduğunu anlıyoruz. Özellikle bir bölümde baş karakter olan Raif’ in şu sözlerini okuyoruz: “Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.” İşte yol edebiyatı, bu kadar önemli.
Sözcük anlamına göre “Edebiyat” kavramı düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade etme sanatı anlamına geliyor. Bu sebeple yolculuklar yaşam hikâyelerimizi zenginleştirdiği için hepimize birbirinden farklı bilgiler taşıyan upuzun bir yolculuk sunuyor. Bazen bir iş, bazen de doğayla, sanatla buluşmak üzere yolculuğa çıkarız. Ama düşündüğüm bir şey var ki, o da, onun gerçek bir yolculuk olduğunu ancak eve dönünce anlarız.
O halde yazı Maria Puder’ in sözleriyle bitiyor:
“Maria Puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane; ‘Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim…’ dedi.”
Ama yolları kesişmedi.
Hepimizin gençken yaşamda gereksinim duyduğu o tatlı, o hiç şaşmayan...
Susamış gençlik heyecanları gibi...
İyi okumalar!