Keskin gözlem gücüyle öyküler

Ömer TURAN
Müge İplikçi’nin ilk dijital kitabı olan 'Kavşakta Kalanlar' dijitalkitaplar.net’te yayınlandı. Üyeliksiz ve ücretsiz, çevrimiçi okunabilen 'Kavşakta Kalanlar' öykü kitabı sonu nereye varacağı bilinmeyen yollara çıkarmayı davet ediyor okurunu.
Her yol düz ilerlemez. Kimi kıvrım kıvrım dolanır, kimisi düğümlenir, sonra da nereye varacağını bilmeden açılır. Müge İplikçi’nin ‘Kavşakta Kalanlar’ kitabı, tam da böyle bir yolculuğa davet ediyor okuru: Bir anlığına durmuş, ileri mi gitmeli, geri mi dönmeli diye düşünenlerin öyküleriyle dolu bir yolculuğa.
Bu öykülerde, insanın içindeki çatallanmış yollar konuşuyor. Bir güzellik salonunda kendi yüzünü tanıyamayan bir kadın, eski defterleri açan bir dostluk, geceye gizlenmiş itiraflar, bir asansörün içinde sıkışıp kalan hayaller… Hepsi, bir kavşakta bekleyenlerin iç dünyasına açılan pencereler. Müge İplikçi, şehirlerin sessizliğini, insanların en derin sarsıntılarını, günlük yaşamın içinde görünmeyen anları anlatıyor usulca.
Bu öykülerin karakterleri, bir sokak lambasının titrek ışığında kendine bakıyor. Metropollerin betonları arasında çatlamış duygular da var burada. Bir çıkış arayanlar, kaybolmayı seçenler, unutmak için anımsayanlar… Müge İplikçi’nin kalemi, her birini bir kavşakta durduruyor ve sonra yavaşça bir öykülerin içine çekiyor.
Belki de yolların hepsi bir yere çıkmıyor, belki de en büyük değişim tam da bir kavşakta durduğumuz anda gerçekleşiyor. Kavşakta Kalanlar, yolları birbirine düğümleyen, her köşede başka bir öykü saklayan bir kitap. Okudukça, kendi kavşağınızı göreceksiniz…
Kavşak öyküsünden...
Ya Emin? Ya Emin… Onu da evde bırakmıştım üstelik. Kentsel dönüşümü, Emin’in işsizliğini, akşam bizim balkonda tek taraflı sessiz demlenmelerimizi, onun “Yaşar Abi nedir bu halimiz; böyle böyle yaşlanıp gidiyoruz” diye yakınmalarını, alt kattaki yaşlı ev sahiplerinin bitmek bilmez dedikodularını ve siyatik ağrılarını, suların azalmasını ve bir gün tümden susuz kalacağımız gerçeğini, hatta şu mutlu Hollandalıyı… Hepsini geride bırakmış ve kavşağa odaklanmıştım. Oradaydım işte!
Nihayet.
Kavşağa ve çöllüğüne odaklanmıştım ki… Onun görüntüsüyle irkildim! Gerçeğin yalın haliydi. Gürültüsü ve insafsız heybetiyle o.
“Önüne bak!..”
Bense dilsizdim. Dilsiz ve sessiz. Kadersiz ve kimsesiz. Kavşaktayken bile kavşaksız.
Abartma Yaşar.
Bilim abartmayı sevmez. Hatırla.
Bir motosikletti bu. Kasksız bir motosikletçi, döküntü motosikletiyle sol dizime milim kala durmuş yüzüme bakıyordu şimdi. Benden habersiz, kirli tekerleğiyle dizim arasında tuhaf bir bağ kurulmuştu. Tereddütlü, şefkatle depresyon arasında gidip gelen bir bağ. Yüzüne dönüp baktığımda motosikletçinin siyah gözlerinde dehşete dair en ufak bir şey göremedim. Gençten bir oğlan, kafasında canlandırdığı tipten birine, daha açık söylemek ve dürüst olmak gerekirse, bir hıyara, öylece bakıyordu. Öğrencim olacak yaşta biriydi. Hiç yaşamadığım ve yaşamak istemediğim gençliğim gibiydi. Olup bitene ilgisizliğiyle göz dolduran bir hali vardı. Pervasızlığındaki özgürlük, vurdumduymazlığındaki kendinden eminlik, benim gibilerin ona olan yabancılığı, ne yaparsam yapayım ömrüne ömür katacak kadersizliğim, gönlüne göre hareket edişindeki hız, tüm yolların hâkimiyetinin onda olduğuna dair şüphesiz inanç, dualarının ona yer açtığı yaşam, kentin hafriyatının ruhunda gezinen anahtar kimliği, her şey için her şey olan sağduyusuzluğu ve elbette bana sarfettiği kinci (ve ikinci) cümlenin sahibiydi o!
“Heyyy babalık, kavşakta karşıdan karşıya geçerken önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakacaksın” dediğindeki zafer sarhoşuydu. Bütün suçları bana yıkananın kahramanı. Hatta kurtarıcım...