Benzer bir soru da şu: İnançlı kişiler mi, yoksa inançsızlar mı yalana daha çok inanır? Bu sorunun yanıtı belli, yalanı çok söyleyen yalana en çabuk ve çok inanan taraf olur.

Yaygın kanı, dini inancın kuvveti oranında insanların yalandan uzaklaştığı yönündedir. Dindar birinin doğru bulmadığımız söz ve eylemleri hepimizi hayrete düşürür. Dindarın yargısı, doğruluğu apaçık olan şeyden kuşkulanmaya neden olur. Eğer bu kişi hem dindar hem bilgiye erişimi sınırsız biri ise bilmeyerek de olsa yalan söylemeyeceği düşünülür. Çünkü o, hem doğruluğu tartışılmaz bilgiye sahiptir hem Tanrı tarafından cezalandırma korkusu taşır. Acaba öle mi?

İyi bir dindar ve her türden bilgiye erişimi sınırsız cumhurbaşkanını ele alalım; hayır almayalım! Kendisi bir yaşındayken yapılmış Esenboğa Havaalanı’nı da biz yaptık diyen biri üzerinden bu tartışmayı bir yere taşıyamayız. Süleyman Soylu üzerinden gidelim; o da Müslüman bir dindar ve sorumlu olduğu alanla ilgili ulaşamayacağı bilgi yok. Dindarlara ilişkin ön kabulümüz, onun “Ekrem İmamoğlu beni arayarak yardım istedi.” iddiasına inanmamızı gerektirir. Fakat Ekrem İmamoğlu, Soylu'nun iddiasına inanmadı! Ona yalancı dedi ve iddiasını kanıtlamasını istedi. Soylu, İmamoğlu’na "Her şeyden önce Cenab-ı Hakk'ın kayıtlarında ve sonra beşer olarak bizlerin ve kendi zihninde mevcuttur." diyerek tartışılamaz bir kanıt sundu. Bir kesimin tatmin edici bulduğu bu kanıtlama yolunu ikna edici bulmayanlar da oldu. Cenab-ı Hakk'ın kayıtlarına erişemeyenler bu tartışmada kimin doğru kimin yalan söylediğini nasıl bilecek?

İsterseniz doğru ve yalanın ham hali yanlış kavramlarını açıklığa kavuşturalım: Doğru ve yanlışın en basit ve anlaşılır tarifini Aristo yapıyor. Aristotales'e göre "Olmayanın olduğunu söylemek ya da olanın olmadığını söylemek yanlış, olanın olduğunu ya da olmayanın olmadığını söylemek doğrudur." Bin 300 yıl sonra Thomas Aquinas, "Doğruluk, var olan şeylerle düşüncenin uygun olmasıdır." diyerek doğru ile yanlışın nasıl ayırt edilebileceğini gösterir. Bilmem fazla söze gerek var mı; görüldüğü gibi doğru, insanın (öznenin) söz ve düşüncelerinin gerçekliğe (nesneye) karşılık gelmesidir, aksi ise yanlıştır. Kuşkusuz bu, materyalist bir yaklaşımdır.

Dinler tersini düşünüyor; dindarlara göre bir şeyin (olgunun) doğru olup olmadığını zihnimizle belirler, doğru ile yanlışı, Tanrı’nın bize verdiği bilme yetisiyle ayırt ederiz. Eğer iddia ikna edici bulunmazsa Tanrı tanık gösterilebilir. Bu bakış açısına göre doğru özneldir. Fakat çoğu dindar, doğru-yanlış ayrımını duyusal bilgileriyle yapar. Kavunu deneyimlemiş hiç kimse kabağı kavun diye yemez. Örneğin yukarıda adı geçen Thomas Aquinas, çağının önemli din adamlarından biri olmasına rağmen doğrunun, olgusal gerçeğin düşüncedeki yansıması olduğunu söylemiştir (Bu nedenle rahip olmasına rağmen ona filozof denir). Ne var ki bilgi edinmenin zahmetli ve karmaşık bir işlem gerektirmesi, daha da önemlisi, doğruluğundan emin oldukları inançlarıyla ters düşme ihtimali, dindar insanların doğru-yanlış ayrımında nesnel (deneysel) bilgi yerine nakil yoluyla edinilmiş inançları tercih etmesine neden olur.

Doğru; düşünce, yargı ve eylemlerimizin durumunu bildiren sıfattır. Düşünce, yargı ve eylemlerin doğruluğu ise gerekçelendirilmiş bilgiye bağlıdır. İnanç da bir düşüncedir, fakat yargı ve eylemlerinde kanıtlanmış (bilimsel) bilgileri kullanmaz. Bu da inananların doğruyu bulmasını zorlaştırır ve hatta kimi durumlarda imkansızlaştırır. Doğrulanmış bilgiyi kullanmama, doğru olanın bulunamamasına, sözde ve eylemde yanlış yapılmasına yol açtığı gibi yalanın doğru olarak kabul edilmesini de sağlar.

Sorumuza dönecek olursak dindarların yalana daha açık olduklarını söyleyebiliriz. Pratik faydası bulunmayan nesnel bilgiye mesafeli durmaları, “neden”, “nasıl”, “niçin” sorularını kullanmamaları doğal olarak doğru düşünce ve yargıda bulunmalarını engeller. Elbette dindarlar ve hatta dincilerin her söylediğine yalan diyemeyiz. Onların da eksiksiz çalışan beş duyusu var ve bu maddi dünyanın içinde yaşıyorlar. Fakat doğru düşünme ve akıl yürütme araçlarını kullanmamaları, istemeyerek de olsa onları yalan (hadi yanlış diyelim) bilgi kullanmaya ve yalana kolayca inanmaya sevk ediyor. Bu haksız bir genelleme değil, dolandırıcıların ve dolandırılanların büyük, hem de çok büyük çoğunluğunun inanan kişiler olması başka nasıl açıklanabilir.

Sorgulama geleneği olmayan kitle, sadece dolandırıcılara değil, siyasetçilere de inanılmaz bir söylem kolaylığı sağlar. Neyin doğru olduğuna karar verenin kişi (özne) olması, dinci siyasetçiye, faydalı bulduğunu doğru sayma, rakibin faydasına olan doğruları ise yanlışlama gücü verir. Erdoğan “Bizden önce tomografi yoktu!”, “Zonguldak’a üniversiteyi biz getirdik!” gibi kendinden önceki hizmetleri sahiplenirken bu hakkını kullanmış oluyor. Hitap ettiği topluluğun “Nasıl yani!” demeyeceğini bildiği için, adını taşıdığı siyasetçi döneminde yapılmış olan Süleyman Demirel Üniversitesini biz yaptık diyebiliyor.

Gelelim son soruya; Ekrem İmamoğlu mu, Süleyman Soylu mu yalan söylüyor? Sorunun yanıtı, yargılarınızı nasıl oluşturduğunuza bağlı; iddianın kanıtla doğrulanması gerektiğini düşünüyorsanız Ekrem İmamoğlu’na, beşerin zihnini yeterli buluyorsanız Süleyman Soylu’ya hak verebilirsiniz…