Birkaç sene evvel elinde İmralı’dan gelen bir mektupla ortalıkta koşturan bir akademisyen müsveddesi vardı. AKP mağlubiyeti nedeniyle tekrarlanacak olan İstanbul seçimlerinden üç gün önce A. Öcalan’ın Kürt seçmenlere “sakın İmamoğlu’nu desteklemeyin” çağrısında bulunduğu bu aparat aracılığıyla açıklanıyor, devletin resmi yayın organları AA ile TRT de bu haberi büyük bir şehvetle servis ediyordu. Bu olaydan iki gün sonra da (hakkında yakalama kararı olan) O. Öcalan TRT Kurdî’ye çıkarılarak aynı çağrıyı yineliyor, yani iktidar Kürt seçmeni İmamoğlu’ndan uzak tutmak için PKK’li aktörleri oyuna sokmaktan asla çekinmiyordu. Gelgelelim Kürtler o zokayı yutmadılar ve HDP sayesinde tutundukları demokratik rasyonaliteyi korumayı başardılar.

***

Saray rejimi ve uzanımlarının günübirlik politik pratikleri için müreccah olabilecek bu ikiyüzlülük o günden sonra da terk edilmedi. İktidar, herhangi bir argümana dayanmayan, boş gösterene dönüşmüş ithamlarıyla karşısındaki tüm muhalif unsurları FETÖ ya da PKK ile iş tutmakla suçlayan bir ezberi dimağlara kazımak için elinden geleni ardına koymadı. HDP’li belediyelere “terör” söyleminden gayrı bir karşılığı olmayan bahanelerle kayyumlar atadı, hatta İBB olanaklarını seçimden evvel ele geçirmek maksadıyla da benzeri girişimlerde bulundu. Öte yandan yeni Anayasa tartışması açıldığında, zırt pırt “terörist” ilan ettiği HDP’lileri bu sefer kendi ziyaret edip destek istemekten de çekinmiyordu, çünkü elindeki propaganda makinesi ve satılık kalemler sayesinde böyle çelişkileri gizleyebileceğini umuyordu. Ezcümle bu ikiyüzlülük, Erdoğan’ın ve -daha bir katmerlenmiş haliyle- Bahçeli’nin yanardöner söylevlerine kaba bir bakışla bile kolayca tespit edilebilir. Buna göre HDP, Saray’ın iradesine boyun eğerse legal bir siyasi parti, yok eğer ona karşı muhalefete yeltenirse “terör örgütünün” maşası olarak değerlendirilir. Ve kuşkunuz olmasın ki bu ikiyüzlülük önceki gün gerçekleşen HDP-Kılıçdaroğlu görüşmesinin ardından zirve yapacak, terör söylemiyle milliyetçi histeriler tırmandırılmak istenecektir. Peki, -Erdoğan karşıtı seçmenlerden- bu sefer Türkler bu zokayı yutacak mıdır yoksa muhalif siyasi partilerin tamamının kurduğu çoğulcu şemsiyenin demokratik rasyonalitesine mi temayül edeceklerdir? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz, fakat geçmiş tecrübeler, bu denli kaba ve içeriksiz bir milliyetçiliğin, topuğunu yere vura vura, omuz silke silke “bana ne işte böyle” diyen bir siyasi koflukla buluştuğunda asla ikna edici olamadığını gösteriyor. Geçmişte Kürtleri hafife alan saray rejimi, bu sefer de Türkleri hafife alıyor bu nedenle.

***

Konjonktür bağlamında kabul edilmesi gereken gerçek şu ki bu ülkede kan kustuğunda bile “kızılcık şerbeti içtim” diyebilen, ekonomik krizden hatta afet konusundaki ihmallerden bile muhalefeti suçlamaya meyilli, Erdoğan tapıncını huy edinmiş bir kesim elbette var. Yanı sıra rant ağlarıyla, geçmişteki suç ortaklığının korkusuyla ya da dahil oldukları çıkar gruplarının ikbali adına buna eklemlenen güruhlar da söz konusu. Fakat bunların toplamı şu ya da bu şekilde Erdoğan karşıtı olan, Saray rejiminin yarattığı buhrandan daralmış, değişim isteyen çoğunluğu niceliksel olarak aşamıyor. Vaziyetin farkındaki saray mümessillerinin en kararlı taarruzları muhalefetin parçalanmasına yönelik bu yüzden, bunun yaratacağı kafa karışıklığından faydalanarak, hazır geniş devlet olanaklarını da arkalamışken yine allem edip kallem edip Erdoğan iktidarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar.

***

Hal böyle iken yandaşların yoğun mesaisi de birkaç başlıkta buluşan bir habisliğin tekerrürüne dönüşmüş durumda. Buna göre Cumhur’un yaprak dökümünden, M. Şimşek gibi eski kurmayların, Erbakan’ın, Perinçek’in ayrılışından, AKP’li kadınların isyanından, HÜDA Par ile Hizbullah ilişkisinden, yani Erdoğan’ın bir türlü birbirine iliştiremediği o toplamın çekişmelerinden asla bahsedilmiyor. Buna karşın her televizyon programında ısrarla “daha kendi içinde bütünleşemeyen altılı masanın ülkeyi nasıl yöneteceği” sorusu tekrarlanıp duruyor. Hâlihazırdaki tahakküm sistemini kenara bırakıp belediye başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcısı olmasının “otoriterliğinden” dem vuranlardan tutun da sanki yıllardır o Altılı Masa iktidardaymış gibi konuşanlara kadar varan bir şebeke tarafından ısrarla sahte bir gündem tartışılıyor ve muhalifler de bu tartışmalara dâhil olmaya zorlanıyorlar. Mesela yaklaşan seçimleri “ülkenin bölünmesini oylamak” olarak değerlendiren Şahin ile “Öcalan’ın TRT Kurdî’ye çıkarılmasının doğruluğunu” savunan Selvi aynı programda yer alıyor. Vaktiyle bir taraftan Fethullah’a sevgilerini sunarken bir taraftan da Öcalan’a övgülerini düzdükleri yazıları hâlâ arşivlerde bulunan (Yeni Şafak arşivine bakabilirsiniz) yandaş kalemler HDP’yle “konuşmayı” dahi terör propagandası olarak lanse etme peşinde bugün.
Tahammülsüz bir ezberi eldeki medya imkânlarıyla dayatmak için çılgın histerilere sürükleniyor, komik durumlara düşüyorlar. Kendisi gazeteci bile olmayan, güya nesnel olmasını dilediğiniz bir araştırma şirketinin müdürü “yok Kılıçdaroğlu, yok PKK” diye uçarken “saygıya” davet edildiğinde katıldığı programı terk ediyor. Burada bahsedemeyeceğim kadar çok aparat, sırf kendi pislikleri açığa çıkacak diye Erdoğan’ın düşüşünden öylesine korkuyor ki belki Erdoğan bile onlar kadar tedirgin değildir!

***

Nihayet, bugün, hele bunca kayıp yaşadığımız bir afet nedeniyle rant silsileleri çoktan ifşa olmuş çıkar gruplarının Erdoğan’ı vitrinde tutan iktidarını utanmadan bir “bekâ nesnesi” gibi gösterenlerin esasta kendi bekâsını düşünenler olduğu, ülkenin ikbalini umursamaksızın insanları kandırmak için terör söylemine, kirli ideolojilere ve yalanlara bu kadar kolay başvurmalarından belli oluyor. İşte muhalefetin bu “maşalar” aracılığıyla yoluna atılan ideolojik kapanlara kısılmaksızın istikrarlı yükselişini sürdürmesi bu nedenle elzem. Yanı sıra ülkedeki muhalif insanların da bu ideolojik histerilere eşlik etmeden rasyonalitesini koruması gerekiyor. Olur da kafası karışanlar varsa; bugün “bekâ” diye anıranların özgeçmişlerine şöyle bir göz atmaları zihinlerini berraklaştırmak için yeterli olacaktır.