İnsanlığın esas düşmanı onu tek tek piyasaya karşı yalnız bırakan, doğaya sahip çıkmayan, kıtlığı kapıya getiren ama en önemlisi insanların ruhunu çürümeye terk ederek hiperegoyla kışkırtılan tüketim çılgınlığıdır.

Kimliksiz, değersiz, karamsar insan: Savaş hâlâ nasıl mümkün ve çaresi ne?

EMİNE TÜLİN ERİNÇ

Bu yazıdan yaklaşık on gün önce Putin, Ukrayna’yı işgal etmeye başladı. Bu durum karşısında savaşın topyekûn reddini, “delirdiniz mi siz!” tweetlerini görmeyi bekliyordum. Bunun yerine havada uçuşan espriler, anında duruma uyum sağlamış analizler hem işgalin hem de olası Dünya Savaşı’nın kolayca kabulünü içeren gelecek öngörüleri ile karşılaşmak beni şaşırttı.

Sonra savaşlar arasında ömürlerini sürmek durumunda kalmış Sigmund Freud, Erich Fromm, Walter Benjamin, Georges Sorel ve Albert Einstein gibi isimlerin fikirlerini tekrar gözden geçirdiğimde bu davranışa duyduğum şaşkınlık yerini kavrayışa bıraktı.

Günümüzde insan -geçmişte de çeşitli sebeplerle olduğu gibi yine- kimliksiz bir köle haline getirilmiş durumda. Herkesin aynı anda hem bir ürün hem de müşteri olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Varlıklarımız anlamsız. Walter Benjamin’in Son Bakışta Aşk’ta söylediği gibi, “insanlar artık insan kişiliğinin ana hatlarını seçemiyorlar. Her özgür kişi onlara bir tuhaflık olarak görünüyor.” Üstelik liberal politikalarla güvencesiz hale getirilen yaşamlarımız, aynı zamanda diğerleriyle olan ilişkimizin de altını oymuş durumda. Diğerleri artık bizim için rakip, yabancı, kendimizi pazarlayabileceğimiz müşteri ya da satın alıp almamayı tercih edeceğimiz bir meta. Bir yandan yaşam şartları ile bizi kimliksizleştiren ve değersizleştiren sistem, öte yandan kişisel gelişim gibi mecralar ile “sen eşsiz bir kar tanesisin, hoşuna gitmeyen hiçbir şey senin varlığını gölgelememeli!” nidalarıyla süperegoyu, yani herkesin varlığının üzerinde ama varlığını da anlamlı kılacak bir sistem ve tertibi parçalayarak, hepimizi Işık Barış Fidaner’in de çok güzel belirttiği gibi “hiperegoya” itiyor. Sonuç olarak aile içerisinde ihmal ve değersizlikle boğuşan bir çocuğun, enerjisini kimliğini gerçekleştirmeye adamak yerine -çünkü görülmüyorsak kimliğin ne anlamı var- kendini abur cubura vurması gibi anlamsız bir hayat yaşıyor ve şişiyoruz.

İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri kitabında Fromm “İnsan köle olmaya koşullandırılabilir ama buna, saldırganlıkla ya da yaşam güçlerinde bir azalmayla tepki gösterecektir” diyor. Bu durumda biz, tüm Eros beklentimizi, yılgın ve atıl biçimde yönelttiğimiz Netflix, Trendyol ve bir gün influencerlar gibi olmak fantezisinden çekip, şimdi de saldırganlığa, savaşa ve çatışmaya mı yöneltiyoruz?

Savaş bize neden bu kadar kolay kabul edilebilir geliyor, hatta “bu çağda savaş mı olur!” diyenler neredeyse taşlanıyor? Georges Sorel Şiddet Üzerine Düşünceler’de karamsarlığın üç temel dayanağını “insanların çektiği acılar, toplumu tamamen değiştirme isteği ve kurtuluş ümidi” olarak veriyor. Biz acaba artık olumlu bir gelecek göremeyecek kadar karamsar hale geldik ve bu insanı kimliksiz bir köle haline getiren, histerik bir talk show tadında seyreden, silik ve değersiz yaşamlarımızı tamamen değiştirmenin yolunu yıkımda mı bulmaya başladık?

Yani Maksim Gorki’nin meşhur deyişinde olduğu gibi “iyi bir savaş kötü bir barıştan yeğdir” mi diyoruz? Acaba Freud’un insanın özündeki ölüm, yıkım ve şiddet arzusu (Thanatos) dediği o karanlık ruh, bilhassa 2000’lerin başından beri sonu gelmeyen bölgesel çatışmalar, ekonomik kriz, kültürel yozlaşma, haz çağının ve hiperegonun getirdiği tat almada duyarsızlaşma, son olarak da salgın ve kıtlık ile nihayet içimizdeki Eros’u bastırıyor ve Thanatos’u mu su yüzüne çıkarıyor?

Özetle bıktık ve her şeyi baştan kurmak için bir kez daha toplu yıkım ve ölümü mü arzuluyoruz?

Yine Fromm, aynı adlı eserinde “kişiyi insan dışı bir şey yapmanın yolu, onunla bütün duygusal bağı kesmektir” diyor. Freud ise Einstein ile mektuplaşmalarının yer aldığı Niçin Savaş’ta özetle “Thanatos ve Eros birbirinin varlığı için gereklidir, Thanatos varsa Eros da vardır ve insan ile insan arasındaki duygu bağlarını üreten her şey, savaşın panzehridir aynı zamanda” diyerek onu destekliyor.

Özetle sistemin getirdiği yalnızlık, yabancılık, sevgisizlik ve bağsızlık bizleri savaş, ölüm, yıkım gibi düşüncelere açık, onları dehşetle değil çözüm gibi algılayacak zihin yapısına getirirken günün sonunda yine bireylerin, grupların ve son tahlilde halkların kardeşliği, birliği ve karşılıklı sevgisi bize Eros’a tekrar tekrar yaklaştıracak yegâne çözüm gibi duruyor. İktidarlar, devletler, kaynak bekçileri güç için savaş istiyor bu yüzden bir kez daha ırkçılığı, ayrışmayı ve yalnızlığı kışkırtıyorlar ancak yine Benjamin’in aynı adlı eserinde deyişiyle ilahi şiddet, yani hak savunusu vuku bulmadıkça, “ezilenler ezenlerden intikam almadıkça” sene 2022 olsa bile “kültür bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamıyor.”

İnsanlığın esas düşmanı onu tek tek piyasaya karşı yalnız bırakan, doğaya sahip çıkmayan, kıtlığı kapıya getiren ama en önemlisi insanların ruhunu çürümeye terk ederek hiperegoyla kışkırtılan tüketim çılgınlığıdır. Ezen ekonomik yapılanmadır ve intikam da yalnızca ondan alınırsa şiddet ilahi, yani anlamlı ve adalet sağlayıcı olur. Bunun dışında gerçekleşen tüm savaşlar, yalnızca azınlıkların çıkarına hizmet etmekten öte hiçbir bireye huzur ve doygunluk getirmeyecektir. Öte yandan tüm insanların birbirine göstereceği sevgi ve yardım, barışı beklenenden de kolayca, tekrar hayatımıza sokabilir.

Son olarak Maksim Gorki’ye cevaben söylenmiş gibi duran, Niçin Savaş kitabından alıntı, Einstein’ın şu sözleriyle bitirelim: “biz insanlar her şeyden önce, düşüncelerimizin ve tüm gayretlerimizin yapıcı emekten alıkonulmasına ve yeni savaşlar için yapılan hazırlıklar için kötüye kullanılmasına izin vermemeliyiz. Amerikalı Benjamin Franklin’in şu görüşünü paylaşıyorum: “Hiçbir zaman iyi bir savaş olmadığı gibi kötü bir barış da olmamıştır.”