Kırılgan dünya
Çoğu kişinin içindeki öfke deposu sanki tıka basa dolu, bir fırsat geçince içlerindeki o birikmiş öfkeyi kusuyorlar. Sosyal medyada linç anlarının gerilimini seviyorlar. Gözleri her an bir açıklama, bir cümle, bir görüntü arıyor. Gördüklerinde bir anda harekete geçiyorlar. Kimi “hassasiyet”, kimi “adalet” adına. Kimi gerçekten üzgün olduğu için. Ama çoğu zaman bu öfkenin içinde birikmiş başka şeyler var. Kendini çaresiz, görünmez, önemsiz hisseden bir ruhun, bastırılmış aşağılanmasının kırıntıları... Nefes alacak yer bulamayan bir ruhun, öfke sayesinde kendini dışarı atma çabası. En son Dücane Cündioğlu’nun tarhana ve dürümden bahseden kırpılmış bir video görüntüsü sosyal medyada dolaşıma sokulmuştu. Ya da toplu taşımada yaşanan bir kavgayla ilgili yine kırpılmış bir video, benzer şekilde pek çok kişinin hazır öfkesini ortaya çıkarmıştı.
ÖFKE DEPOSU
Öfke insanın iç dünyasına ait bir duyguyken, saldırganlık öfkenin dünyadaki yüzü. Her öfke kendini dünyaya göstermiyor, bastırma, inkâr, kendine döndürme gibi mekanizmalarla dış dünyadan gizlenebiliyor. Peki ama insan bir öfke deposu haline gelen iç dünyasıyla nasıl yaşar? Herhangi bir fark algısı, ister kültürel ya da politik, ister ırksal ya da cinsel olsun, hızla düşmanlık varsayımına dönüşebiliyor ve bu öfke potansiyeli karşılıklı korku, şüphe ve suçlama atmosferine neden olarak kamusal ya da özel bütün ilişkilere sızabiliyor. Sokaklardaki cinayetlerden toplu taşıma araçlarındaki kavgalara, çocuk ve ergen şiddetinden okul ya da hastane baskınlarına, hemen her yerde, hatta bütün canlılara yönelik yok edici bir saldırganlık...
Öfkenin bu çağdaki görünümü, önceki çağlara göre farklı. 19.yy’da öfke biriktirilen ve örgütlenebilen bir güç olarak devrimlerin temel dinamiklerinden biri olabiliyordu, kolektif adalet duygusunun parçasıydı. Bugünse dağınık, yönsüz, bireysel. Politikleşmemiş öfke, yalnızca kendini yer. İçimizi kemiren bu kırgınlığı, yaratıcılığa, dayanışmaya ve ortak iyilik için harekete çevirmedikçe, hepimizin içi daha da yanacak.
Bu öfke ve saldırganlık, korku ve kuşku atmosferi, tıpkı bir bebeğin kendi duygularını ifade etmesinin engellenmesi ve özgürlüğe uyum talebinin kısıtlanması durumunda olduğu gibi insanın zihni ve bedeni arasında bir kopukluğa neden oluyor. Derinleşme ya da dikkatini toplama becerisi zayıflayan insan, duygusal yaşamının dağılması ve parçalanmasıyla zihin-beden bütünlüğünü kaybederek dış dünyayı olduğundan daha ürkütücü bir şekilde deneyimliyor. Bu ürkütücü dış dünya, insanın kendisini boş, bağlantısız ve anlamsız hissetmesine neden oluyor. Bağımlılıklar, öfke ve saldırganlık bu yüzden salgın haline gelmiş durumda. Korku ve güvensizliği körükleyerek güç elde eden politikacılar, gerçekleri çarpıtan ya da inkâr eden medya ve tabii ki herkesi gözetim altına alan ve özel hayatları şekillendirmek için topladık verileri kullanan büyük teknoloji şirketleri bu salgını yaydıkça yayıyor.
Öfkeyi politik mücadelenin merkezine koyarak, başka bir biçimde yeniden sahiplenmek gerekiyor; bütün akışkan, kırılgan ve saldırgan hallerinden ayırıp, sevgiye ve adalete ulaşmanın bir aracına dönüştürerek.
Evet, kırılgan bir dünyadayız. Ama bu kırılganlık, aynı zamanda bir duyarlılık potansiyeli de taşıyor. Kendi öfkemizi anlamaya çalışmak, yalnızca kişisel değil, kolektif bir sorumluluk. Dünyaya yeniden inanmanın yolu, bu farkındalıktan geçiyor.