Almanlar karşısında Yahudileri, İsrailliler karşısında Filistinlileri, Fransızlar karşısında Cezayirlileri ya da Türkler karşısında Kürtleri daha öldürülebilir kılan nedir? Kimin nefret edilebilir olduğuna nasıl karar verilir?

Kırılgan hayat üzerine notlar

ELİF DEMİRKAYA

Bu kadar acıya yol açan nedir biliyor musun genç adam? Ne kaybettiğimiz insanlar ne de toprak... Bu kadar nefret edilebilir olduğumuzu bilmek en çok acı veren. Bizden bu kadar çok nefret eden bu insanlar kim? Nasıl bu kadar çok nefreti inkâr edip sonra daha da fazla nefret ederler?

Edward Saroyan / Atom Egoyan (Ararat)

Judith Butler, 11 Eylül 2001 sonrasının korku ve keder iklimine atfen yazdığı Kırılgan Hayat adlı kitabında, yaralanabilirlik ve yas üzerinden sosyal bir ontoloji kurar. Ona göre öldürülebilir olmak ya da kırılganlık (precariousness) tüm canlıların paylaştığı müşterek bir durumdur ve bizi hiç tanımadıklarımızla birbirimize bağlar. Ancak hepimizin aynı derecede öldürülebilir olduğu da söylenemez. “Yaralanabilirliğin jeopolitik dağılımı” (precarity) farklılık arz ettiğinden, bazı nüfuslar daha fazla risk altında kalmaktadır. Butler, kitabında bu dağılımı belirleyen tertiplerin ve özne olarak tanınmanın sınırlarını çizen çerçevelerin peşine düşer. Almanlar karşısında Yahudileri, İsrailliler karşısında Filistinlileri, Fransızlar karşısında Cezayirlileri ya da Türkler karşısında Kürtleri daha öldürülebilir kılan nedir? Ararat filmindeki Edward Saroyan’ın (Charles Aznavour) tabiriyle sorarsak, kimin nefret edilebilir olduğuna ve kimin ötekine olan nefretinin sorumluluğunu bile üstlenmeden onu yaralayabileceğine nasıl karar verilir? Butler’a göre “hangi ölümün yasının tutulmaya değer, hangi yaşamın yaşanmaya değer olduğunu belirleyen politikalar” vardır. Bu politikalar, ötekinin öldürülebilirliğinin benim üzerimdeki sorumluluğunu sarsar çünkü beni, karşımdakinin hayatının benimkinden daha az değerli olduğuna ikna eder. Onu özne konumundan sıyırır, insandışılaştırır, benim varlığım için bir tehdit unsuru olarak kurgular ve hukuku askıya alır.

Butler, kitap boyunca güçlü etik kaygılarla can alıcı sorular sorar. Biz kimiz ve kimlere karşı sorumluluğumuz var? Kimleri dışarıda bırakıyoruz ve tehdit olarak görüyoruz? Kimler özne olmaktan çıkıyor ve bir korku nesnesi haline geliyor? Kimlerin yası tutulabilir kimlerin yası tutulamaz oluyor? Kitapta bu sorunsallaştırmaların izini süren beş ayrı deneme yer almakta. Butler, öncelikle, kime terörist dendiği, terörizmin çerçevesinin nasıl çizildiği ve terörle ilgili hangi temsillerin dolaşıma girip hangilerinin sansürlendiği üzerinde durur. Şiddeti meşrulaştırmaz, terörü savaş çağrısı olarak görmekten kaçınır ve failleri patolojikleştirmez. Bizi, faillerin kişisel hikâyeleri üzerinde durmak yerine, onların toplum tarafından nasıl şekillendirildiğini ve devlet politikalarının teröre nasıl zemin hazırladığını anlamaya, faillerin kişisel sorumluluklarını ortadan kaldırmadan, davet eder. Bir yandan kendimiz eylediğimiz, bir yandan da başkalarının eylemlerine maruz kaldığımız için sorumluluğumuz bu ikisinin buluştuğu noktadadır. Öyleyse içinde bulunduğumuz korku ve keder sarmalından çıkabilmek için şiddete karşı vereceğimiz tepkinin bizi neye dönüştüreceğini düşünmemiz, kolektif suçlar ve bireysel sorumluluklar arasındaki ilişkileri yeniden değerlendirmemiz gerekmektedir.

Ötekilerin eylemlerine maruz kalabilir oluşumuzun “ayrımcı yas tahsisi”ni ve dışlayıcı pratikleri devre dışı bırakması için Butler bizi, kaybetme korkusu ve kaybın dönüştürücü etkisi üzerine düşünmeye çağırır. Kendi kendine yeterlilik düşüncesinin aksine, tıpkı Bataille gibi, birbirimize duyduğumuz ihtiyaçtan hareket eder ve beni ben yapanın aslında sen olduğunu söyler. “Sensiz ben kimim?” sorusu, kendim ve öteki arasındaki sınırların muğlâklığını ortaya koyar. Ötekiyle kurulan bağ, kendinin dışına çıkmak, bir başkası tarafından “çözülmek”tir. Onu kaybederken aslında kaybettiğim benim bir parçamdır. Yas tutabilmek, kayıptan sonra bizden geriye ne kaldığını sormamızı ve kendi sınırlarımızı bilmezlik içinde tutmamızı sağlar. Yası tutulabilir olmaksa sayılmış bir hayatın emaresidir.


Butler, Levinas’ın kırılganlık ve yüz arasında kurduğu etik ilişkiyi hatırlatır. Karşımdakinin öldürülebilir oluşu onun yüzüdür ve yüz beni ötekini öldürme olasılığıma karşı uyarır ve beni onun hayatından sorumlu kılar. Levinas bize ötekinin hayatını kendi hayatımızdan öncelikli gördüğümüz bir etik anlayış sunar. Herkes birbirinin hayatından sorumlu olduğuna göre yüzler birbirinden farklı değildir. Yalnızca kırılganlığın dağılımını belirleyen politikalar aracılığıyla bazı yüzler insandışılaştırılmış ve hayatları değersiz kılınmıştır. Normun tedarik ettiği tertibatın dışına atıldıklarından dolayı hayatın da dışına çıkarılırlar. Canlı olmalarına rağmen bir hayata sahip sayılmamaları, ötekinin onların hayatı üzerindeki sorumluluğunu unutturur. Üstelik bu, Resnais’nin de vurguladığı üzere, bir kereye mahsus, istisnai bir tutum da değildir. Bu da bizi başkalarının hayatları üzerindeki sorumluluğumuzu savuşturmadan kendi öldürebilirliğimize ve yaralayabilirliğimize karşı sürekli uyanık olmak zorunda bırakır.
Normatif kavrayışların dışına çıkan “yaşanamaz yaşamlar” kamunun, hukukun ve siyasetin zemininden dışlanır. Bir kez düşmanlaştırılıp kriminalize edildiklerinde ulusal güvenlik bahanesiyle gözaltına alınabilir ve mahkeme önüne çıkarılmadan süresiz alıkonabilirler. Kamu önünde sesleri kısılır. Korku bizzat yönetim biçimi haline gelir. Tehditle ve sansürle yaratılan ikilikçilik (“Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden”) şiddetsizlik üzerine konuşma ihtimalini ortadan kaldırır.[1] İçinde bulunduğumuz koşullar düşünüldüğünde kitabı bugün (yeniden) okumanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu kitap, müşterek yaralanabilirlikten hareketle, kaybın ortaya çıkardığı kederin intikam çağrısına değil de şiddetsizlik çağrısına nasıl dönüşeceğini anlamak açısından önemlidir. Butler’ın Kırılgan Hayat’ın devamı niteliğinde yazdığı Savaş Tertipleri, Sara Ahmed’in Duyguların Kültürel Politikası ve Isabell Lorey’in State of Insecurity: Government of the Precarious adlı kitapları da bu minvalde okunabilir.
[1] “Savaşa karşı eleştirel perspektifler dile getirmek epey zorlaştı, çünkü ana akım medya kuruluşları böyle perspektifleri yayımlamadığı gibi (çoğu ilerici ya da alternatif medyada veya internette yayımlanıyor), bunları dile getirmek isterik tepkileri ve sansürü göze almak anlamına geliyor. Bush’un dile getirdiği yalnızca iki konumu mümkün kılan ikilikçilik -– her iki tarafa da karşı çıkan ve muhalefetin nasıl bir çerçeveye oturtulacağını sorgulayan bir konumu savunulamaz kılıyor.” (A.g.k., 20) Butler’ın 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin tavrı için söylediklerinin bugün Türkiye için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.