Yükselen piyasalara dönük risk iştahının sönmesi, sıcak paranın hızlı çıkışına yol açar. ABD’li dev yatırım bankası Morgan Stanley’e göre ise yükselen piyasalarda en kırılgan beş ülke arasında Türkiye de bulunuyor

Kırılganlıklar ve bağımlılıklar artarken…

‘Risk iştahı’ frenlenirse…

Batı borsalarına ve çevre ekonomilerine para girişi sürüyor. Dow Jones endeksi 22000 eşiğini aştı; dolar kesintisiz ucuzladı. Yine de dünya ekonomisini izleyen iktisat çevrelerinde “korku dağları bekliyor…”. Zira, aşırı finansal şişkinliğin hayra alamet olmadığı, yakın geçmişin deneyimleri ile öğrenilmiştir.

Yaygın bir beklentiye göre, balonlaşma, yükselen piyasa ekonomilerine dönük fon akımlarında ani bir durma ile sönmeye başlayacaktır. Otuz civarında ülkeden oluşan (ve Türkiye’nin de dahil olduğu) büyük çevre ekonomilerini etkileyen finansal dalganın tersine dönme olasılığı tartışılıyor.

“Tedirginler çevresi”nin ön saflarında, astronomik yatırımları yöneten uluslararası bankaların, fonların yöneticileri, uzmanları yer alıyor. Bu ifadedeki “yatırım” sözcüğü, elbette sabit sermaye birikimiyle ilgili değildir. Çevre ekonomilerinde hisse senedi, tahvil, mevduat gibi menkul değerlere, kâğıttan varlıklara dönük plasmanlar kastediliyor.

Bu akımlar nereden kaynaklanıyor? Ana etken spekülatif-rantiye finans kapitalin sınırsız kazanç tutkusu ile beslenen sermaye ihracı eğilimidir. Bu dürtünün 2009’dan bu yana Batı merkez bankalarının sıfıra yakın faiz oranları ve astronomik likidite genişlemesi ile beslendiğini de biliyoruz.

Bu likidite bolluğunun sonu mu geliyor? Fed hâlâ düşük olan faizlerini minik adımlarla yukarı çekmektedir. Piyasalardan tahvil alımına son verdi. Bu yıl içinde bilançosunda yığılmış olan tahvilleri, menkul kıymetleri boşaltmaya başlayacaktır. Yani, ABD’de likidite daralması ve tahvil faizlerinin yükselmesi gündemdedir.

Daha da önemlisi, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) aylık 60 milyar avroluk tahvil alımları da son demlerini yaşamaktadır. Bir yıl içinde vadesi gelen tahvilleri “yenilemeye” son vermesi, borçlulardan tahsil etmeye başlaması beklenmektedir.

AMB, ardından İngiltere, Japonya merkez bankaları son adımları atacak mı? 2009 sonrasında bunlardan taşarak ve dalgalanarak “yükselen piyasaları”, bu arada Türkiye’yi de beslemiş olan fon akımları frenlenecek mi?

Kırılgan ülkeler listesi…

Yükselen piyasalara dönük risk iştahının sönmesi, sıcak paranın hızlı çıkışına yol açar; öncelikle döviz fiyatlarına yansır. Kim zarar görür? Ucuz döviz ve yüksek faiz koşulları (getiri beklentileri) içinde dolar bozdurup yerli para (TL) ile hisse senedi, tahvil, bono, mevduat gibi menkul değerlere fon bağlayan spekülatif sermaye…

Bu olumsuz konjonktürlere karşı finans çevreleri, bizim gibi ülkeleri “döviz fiyatlarında en sert artış olasılığına göre” risk sıralamasına yerleştiriyorlar. 2013’te dev yatırım bankası Morgan Stanley, yükselen piyasa ekonomilerini kırılganlık göstergelerine göre sıraladı. En kırılgan beş ülke olarak da Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya’yı belirledi.

O zamandan beri, başkalarının da katkısıyla beşli listede değişiklikler yapıldı. Türkiye, bugüne kadar tüm listelerin demirbaş üyesi olarak kaldı.

“Yüksek kırılganlık göstergeleri” neye yarıyor? Öncelikle, uluslararası finansal sistemin “sakin” ortamlarında kırılgan ülkelerde getiri beklentilerine “risk marjı” eklenir. (Bu nedenle “kırılganlar” politika faizlerini yüksek tutmaya özen gösterir.) Batık kredilere karşı sigorta (CDS) maliyetleri yüksek tutulur. Döviz artışlarına karşı güvence (“hedge”) yöntemleri kullanılır.

Türkiye’de ise, TCMB kırılganlık göstergelerini izler. Bakış açıları çok kısa dönemle sınırlı olan iktidar çevreleri ise içi boş bir “yapısal reform” söylemini yeterli görür.

Yakın geçmişe kuşbakışı göz atalım: Temmuz 2016 şoku, öncesi ve sonrasıyla kırılganlık göstergelerini nasıl etkiledi?

Sermaye hareketleri

Türkiye ekonomisinin kısa dönemdeki genişleme, durgunlaşma, daralma ivmelerinin yabancı sermaye hareketlerine bağımlılığı, son iki yılın verileriyle bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bu bağlantılar, 2016’nın başından itibaren altışar aylık üç dönem içinde farklılaşma gösterdi.

Ocak-Haziran 2016: Uluslararası sermaye hareketlerindeki canlılık Türkiye’ye de yansıdı. Önceki altı ayla karşılaştırırsak, yabancı sermaye girişleri üçte bir oranında (21,5 milyar dolardan 28.5 milyara) yükseldi. Yeni milli gelir istatistiklerine göre bu altı ayda ekonomi %4,9’luk bir tempoyla genişledi.

Temmuz-Aralık 2016: Temmuz 2016 şoku, yabancı sermaye girişlerini %68,5 oranında aşağıya çekti. Dış kredilerde ve sıcak para hareketlerinde “net çıkış” (bu iki kalemin toplamı olarak -8,1 milyar dolar) gerçekleşti. Her kriz konjonktüründe olduğu gibi bu kez de kayıt dışı para girişi (+9,2 milyar dolar) “cankurtaran simidi” işlevini gördü. Yılın ikinci yarısında dolar+avro’dan oluşan döviz sepeti %19 pahalılaştı. Döviz borçlusu şirketler sarsıldı; yatırımlar frenlendi. TÜİK’e göre, Temmuz-Eylül döneminde ekonomi %1,3 oranında küçüldü.

Ocak-Haziran 2017: Sermaye hareketlerinin kapsamlı dökümü Mayıs 2017 sonuna kadardır. Bu beş ayda yabancı sermaye girişi %16 artmış, 29 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu toplamın %39’u “sıcak para”dır. TCMB istatistikleri Haziran’da da portföy yatırımlarının yüksek tempoyla sürdüğünü belirliyor. Buna karşılık önceki altı ayda giren kayıt dışı dövizin yarısı çıkmıştır.

Temmuz 2016 sonrasının şokunu hükümet, kamu maliyesinden beslenen teşvikler, sübvansiyonlar ile telafiye kalkıştı. Bütçe açığı arttı; kamu borç limitlerinin sınırına ulaşıldı; iç talep canlandırıldı. Ne var ki, kronik dış bağımlılık devreye girdi; iç talep artışlarının bir bölümü üretime değil, ithalat yoluyla ülke dışına taştı. Cari işlem açığı da yukarı çekildi. Son on iki ayın dış açığı 35,3 milyar dolardır. Bu düzey 2017 sonuna kadar sürerse, cari açığın milli gelire oranı (IMF’nin milli gelir tahminlerine göre) %3,8’den %4,5’e çıkacaktır. Her iki oran da kırılgan ekonomiler grubunda yer alan tüm diğer ülkelerin dış açık oranlarını aşmaktadır.

Kısaca, sermaye hareketleri ve dış denge göstergeleri açısından Türkiye ekonomisinin kırılganlığı 2016 başından bu yana ağırlaşarak süregelmektedir.

Dış borçlar

Finans kapitali yönetenler ve uluslararası rantiyeler Türkiye gibi ekonomilerin kırılganlıkları ile ilgilenir. Bizler için ise, dış bağımlılık olgusu öncelik taşır. Bizim kuşağın tarih belleğine Düyun-u Umumiye felaketi yerleşmiştir. IMF’nin ağır faturasının AKP’yi iktidara getirişini de hep birlikte yaşadık.

Kritik bağımlılık göstergelerinin başında dış borçların düzeyi, ağırlığı yer alır. Temmuz şoku sonrasında uluslararası bankalara net ana-para ödemesi yapıldı; Aralık 2015-2016 arasında dış borç stoku 20 milyar dolar düştü. TÜİK’in yeni hesapları dolarlı milli gelir düzeyini de yukarı çektiği için 2016 sonunda dış borçların milli gelire oranı %50 eşiğinin altına indi.

İstatistiklerde oynayarak sağlanan “düzelme” geçidir; göstermeliktir. Nitekim, 2017’nin ilk üç ayında bu süreç tersine döndü: Dış borç stoku 412,4 milyar dolara çıktı; IMF’nin 2017 milli gelir tahminlerine göre, dış borç/milli gelir oranı Mart 2017’de %52’ye yükseldi.

Kırılganlık göstergelerini izleyen finans çevreleri ise kısa vadeli dış borçlara önem verir. Bunların toplam borç stokundaki payı 2015-2016’da aşağı çekilmiş; %24 civarına inmişti. Bu olumlu eğilimin 2017’de durduğu, Mart’ta %25 eşiğine ulaştığı anlaşılıyor.

Türkiye’nin alacaklıları açısından daha da önemlisi, kısa vadeli dış borçların döviz rezervleri tarafından karşılanabilmesidir ve %100’lük eşik kritiktir. Bu eşik altı yıl önce aşılmıştır ve bu yıl da yükselme eğilimi içindedir. Aralık 2016-Mart 2017 değerlerine bakalım: %106,5◊ %115,4…

Emperyalizme bağımlılık göstergeleri…

Türkiye burjuvazisinin dış dünyadaki varlıkları ile yabancı sermayenin Türkiye’deki varlıkları arasındaki fark, net döviz pozisyonu diye tanımlanır. Bu verileri içeren aşağıdaki tablo, parasal akımlara değil, stoklara (servet hesaplarına) dayanmaktadır.

Emperyalizme bağımlı konum nedeniyle bu pozisyon Türkiye’de negatiftir; üstelik 2016’dan önce ve sonra artma eğilimindedir. Aralık 2016 ve Mart 2017 değerlerini aktarayım: -358-386 milyar dolar. Tabloda kapsanan dört dönemde (satır 1) milli gelirdeki yüzdelere bakalım: -41,8◊48,7◊51,3◊52,9…

kirilganliklar-ve-bagimliliklar-artarken-334409-1.

Tabloda satır 2, yabancıların Türkiye’deki varlıklarının (sabit sermaye, gayri menkul mülkiyeti, menkul değerler toplamı olarak) millî gelire oranını veriyor ve uluslararası sermayenin Türkiye’ye hâkimiyet derecesini gösteriyor.

Tablodaki dört dönemde kesintisiz artış çapıcıdır: %66,9◊ 76,0 ◊ %78,3◊%80,5… TL ile hesaplanan servet (hisse senedi, tahvil, arsa…) kalemleri dolar fiyatı ile ters yönde dalgalanır. Bu etken dikkate alınsa dahi, son on yıllık ana eğilime göre yabancıların Türkiye’deki mülkiyet payı belirgin boyutta artmaktadır.

Tablonun son iki satırı, iki kırılganlık göstergesini veriyor. Satır 3, kâğıttan, menkul değerlerden oluşan “sıcak” yabancı varlıkların milli gelire oranıdır. Dış dünyadaki tedirginlik ortamlarında, “hızlı çıkış” potansiyelini yansıtan bu oran da kesintisiz artmış, beş ay içinde %22’den %27 eşiğine ulaşmıştır.

Son satır ise, şirketlerin döviz borçları ile döviz varlıkları arasındaki farkın milli gelire oranıdır. Döviz fiyatlarındaki sert artışlara karşı şirketlerin kırılganlık derecesini ifade eden bu gösterge 2007’den itibaren kesintisiz bozulmuştur. Bozulmanın 2016 sonrasında da süregeldiği tablodaki yüzdelerde belirleniyor: -23,9◊ -24,9…

•••

Temmuz 2016 şokunu iki etken hafifletti. Bir yandan hükümet bütçe açığını pompaladı. Bir yandan da spekülatif finans kapital, TL’nin 2016’daki değer kaybını bir fırsat olarak gördü; sıcak para girişlerini hızlandırdı.

Bu etkenler ortaya çıkan kriz ortamının kalıcılaşmasını önlemiştir. Ancak, ekonominin emperyalizme bağımlılığını ve dışsal kırılganlıklarını artırarak…

Bir anlamda 2009 sonrasını tekrar yaşıyoruz. Sürdürülebilirliği var mıdır? Tartışmak gerekiyor.