Google Play Store
App Store

Yazarların en kırmızı pelerinlisidir Aslı Erdoğan. Kırmızı pelerin üstünde durdukça kişinin, belalar, yıldırımlar, hastalıklar, sürgünler eksik olmaz. Sürgünde, yapayalnız, ölümcül sistemik sklerozis hastalığı türüyle birkaç yıldır mücadele ederken şimdi de beyin kanamasıyla uğraşıyor kırmızı pelerinli kadın.

Kırmızı pelerinli kadın: Aslı Erdoğan

AHMET KARADAĞ

“Rio de Janerio uçurumlar, kartallar ve leşler kentiydi, hayatı andırıyordu. Benim kadar yaralıydı, sefaleti ve görkemiyle insana çok benziyordu” (Kırmızı Pelerinli Kent)

Yaklaşık bir ay önce sosyal medyada birkaç hesap tarafından “Yazar Aslı Erdoğan’ın sürgünde yaşadığı Almanya’da beyin kanaması geçirdiği” haberi paylaşıldı. Birkaç istisnayı saymazsak gazete ve televizyonların hiçbirinde bu durum haber değeri kazanamadı. Kısa bir süre sonra yazarın taburcu olduğu, ancak durumunun ciddiyetini koruduğu öğrenildi ve konu kapanıp gitti. Onu tekrar lanetli kaderi olan unutulma ve yalnızlığın Taş Binasına terk edip kendi mutlu hayatlarımıza geri döndük.


Alışıktı buna Aslı Erdoğan; unutulmaya, dinlenilmemeye, önemsenmemeye, görmezden gelinmeye… Hep yalnızdı o. Türkiye’nin ilk kadın bilim insanı olarak Cern’de çalışırken de, İstanbul’a döndüğünde bir grup Afrikalı göçmenin haklarını savunduğu ve onlardan birine âşık olduğu için lanetlendiği, linçe uğradığı günlerde de, sonra adeta sığındığı ama sığınılacak şehirlerin en tekinsizi olan Rio de Janerio’da yaşadığı yıllarda da, bir kazada bacağı yandığı günlerde de, Bakırköy Kadın Cezaevi’nde tutuklu kaldığı günlerde ve nihayet Almanya’da sürgünde olduğu bu günlerde de hep yalnız… Annesinden başka hiç kimse yoktu yanında. Yıllar önceki bir köşe yazısının dipnotunda, hastalığı nedeniyle katılamadığı bir imza günü sonrası okurlarının onu merak etmesi üzerine yazdıkları ne güzel anlatıyordu yalnızlığını; “Beni merak eden okurlarıma da çok teşekkür ederim, doğrusu alışkın değilim merak edilmeye…”

Rio’dan 1998’de “Kırmızı Pelerinli Kent” kitabıyla döndüğünde de görmezden gelinmeye devam edildi. Kendi ülkesinde ona gösterilmeyen hak ettiği ilgiyi başka ülkelerin edebiyat çevreleri gösterdi. Yazdığı her kitap ardı ardına yurt dışında ödüller aldı, onlarca dile çevrildi, yüz binlerce satıldı. Ülkesindeki bu ilgisizliğe üzülüyordu. Kendi anadilinin ülkesinde okunmamak, fark edilmemek üzücüydü elbet. Sorulduğunda, “fırıncı bile yenilsin diye yapıyor ekmeği, tabi ki ben de bir yazar olarak okunmak istiyorum” demişti. Nihayet kendi ülkesinde de görülmeye, önemsenmeye başlandı. Çünkü yurt dışında aldığı çok önemli ödüller nedeniyle anadilinin konuşulduğu topraklarda da görmezden gelinmeye devam edilemiyordu. Işık bir kez daha batıdan yükselip doğuyu ışıtıyordu.
Ülkesindeki bu fark edilme ve önemsenme dönemi de uzun sürmedi. Çünkü o tehlikeli sularda yüzmeye, lanetli kırmızı pelerinini üzerinden asla çıkarmamaya, ağır bedeller ödeyeceğini bile bile vicdanının sesini dinlemeye kararlıydı, yazgılıydı. Kafkas genleri taşıyan bir İstanbul kızı olmasına, Robert Koleji’ni Türkiye birincisi olarak kazanmasına, Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği ve Fizik bölümlerini dereceyle bitirecek kadar bu topraklarda birçok kadının ulaşamadığı bir kariyere sahip olmasına rağmen, aslında onu hiç de ilgilendirmeyen görünen, bu konulardan bahsetmese kimsenin onu suçlamayacağı tehlikeli konularda yazmaya, insanların acılarına dertlenmeye başladı gazetelerdeki köşelerinde. Ölüm oruçlarını, hapishanedeki işkenceleri, köyleri yakılan, tecavüze uğrayan, kocalarını ve evlatlarını kaybeden Cizreli, Bingöllü kadınların dağlardan, ovalardan metropollere doğru yükselen çığlıklarını yazdı. Bir yazar olarak birçok cezaevinde haksızlığa uğramış kadınları, erkekleri, yazarları korkusuzca ziyaret etti. Hakkında soruşturmalar, takipler yürütüldü. O yazmaya devam etti. Yazmasa çıldıracaktı. Çünkü yıllar önce kendi açtığı yıldız falında görmüştü sonunu, onu bekleyen üç lanet vardı: hapis, intihar veya delilik… Yazarak son ikisini ötelediğinin, ilkini de çabuklaştırdığının farkındaydı.

Nihayet 2016 yılında daha önce sadece ziyaretçisi, görüşçüsü ve yazarı olduğu hapishanenin tutuklusu olmaya sıra gelmişti. Çünkü, “Tek bir kişi bile kimliğini bir lanetmişçesine taşıyor, taşımaya zorlanıyorsa... Tek bir yolu var insan kalmanın: Onunla birlikte sarı yıldızı takmak” demişti ve sarı yıldızı takmıştı. Bu topraklarda sarı yıldız takmanın yolu sürgünden ve cezaevinden geçerdi. İdam cezası kaldırıldığı için muadili olan ağırlaştırılmış müebbetle yargılandı. Dört ay süren esareti sırasında yurt dışından ödüller yağdı ona. Hapisten çıktığında bu ödülleri almaya gidemeyecekti, çünkü yurt dışı çıkış yasağı vardı. Yurt içi ve yurt dışı kamuoyunun baskısıyla son anda yasağı kaldırıldı ve Almanya’ya gitti, geri dönmedi bir daha. Zorunlu sürgünü başlamıştı. Sadece ülkesinden değil anadilinden de sürgündü. Son röportajların birinde “sürgünün bir yazar için en zor yönü dilinden de sürgün olmasıdır. Türkçeden de sürgünüm” demişti gözleri dolu dolu. En çok da Haliç’i özlemişti Galata kızı, öldürmeyen acı bu sefer güçlendirmemişti…

Nasıl ki Rio kentlerin en kırmızı pelerinlisi, en tekinsizi, en zorlusuysa, yazarların da en kırmızı pelerinlisidir Aslı Erdoğan. Kırmızı pelerin üstünde durdukça kişinin, belalar, yıldırımlar, hastalıklar, sürgünler eksik olmaz hiçbir zaman. Sürgünde, yapayalnız, ölümcül bir sistemik sklerozis hastalığı türüyle birkaç yıldır mücadele ederken şimdi de beyin kanamasıyla uğraşıyor kırmızı pelerinli kadın. Elimizdense hiçbir şey gelmiyor. Bilmiyorum ki, bu çok sıkıntılı günlerinde onu önemsememiz, merak etmemiz, özlememiz bir şey ifade eder mi, çok mu geç kaldık bilmiyorum. Ama söylemek istiyorum ki, anadilinin konuşulduğu ülkede ve diğer ülkelerde onu çok seven, önemseyen, merak eden binlerce okuru ve seveni var kırmızı pelerinli kadının… Bu yazıyı hepimiz adına yazıyorum, onu seven herkes adına. Bu yazdıklarımı ister bir özür olarak kabul etsin, isterse de onu çok seven okurlarının gecikmiş bir geçmiş olsun dileği…
Keşke diyorum kırmızı pelerini, o lanetli pelerini bir süreliğine çıkarsa üstünden, yeniden bir yıldız falı açsa ve faldan da Galata’daki evinde yaşayacağı, Haliç’i seyredeceği uzun sağlıklı yıllar ve ülkedeki en güzel Türkçe ile yazılmış yepyeni romanlar ve öyküler çıksa…