Google Play Store
App Store

Tayyip Erdoğan’a askeri vesayetle mücadele ettiği için destek veren liberallere temkinli olmaları gerektiğini söylemiştik. Bu mücadelenin bir demokratikleşme sürecini “kaçınılmaz olarak” getirmeyeceğine, olup bitenin esasen iki siyasal güç arasında bir iktidar mücadelesi olduğuna işaret etmiştik. AKP ile temsil edilen sağ muhafazakar siyasetin Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi bir programının -hem tarihsel olarak hem bugünün şartları gereği- olmadığını da ısrarla vurgulamıştık.

Tarihsel olarak mümkün değildi; çünkü AKP’nin köklerini besleyen siyasi çizgi, bütün bir toplumun özgürleşmesini önüne koyan her demokratik hareketin karşısına dikilen, 60’larda TİP mitinglerini, TÖS binalarını basmaktan 90’larda Sivas’taki vahşetin -sadece hukuki anlamda değil siyasi düzeyde de avukatlığına uzanan bir geleneği temsil etmekteydi.

İçinde bulunduğumuz dönemin şartları itibarıyla demokrat olamazdı AKP; çünkü Kemal Derviş’ten devraldığı ve uygulayageldiği, emekçi sınıflardan (hem ulusal hem de uluslararası düzeyde) sermayeye kaynak aktarmak esasına dayanan neoliberal politikaların, sendikalaşmaktan basit toplumsal tepkilerin ifadesine kadar her türlü demokratik girişimin karşısına, doğası gereği devlet baskısını, şiddetini dayatması kaçınılmazdı; nitekim bu hâl, AKP’nin geride kalan iktidar dönemi boyunca defalarca yaşandı.

AKP’nin demokratikleşme bahsinde temel meselesi, yakın zamana kadar devlet içinde “doğal iktidar” olan ve Kemalist siyasi gelenekten beslenen kesimlerin, islamî siyasete ve yaşam tarzına dayattığı sınırları aşmak, bu anlamda hareket alanını genişletmekten ibarettir. Zaten öyle de oldu. Bahsini ettiğimiz kesimlerle giriştiği bilek güreşini –arkasına aldığı ABD ve AB desteğiyle dekazanan AKP iktidarı muradına erdi; lakin “ustalık dönemi”yle birlikte (siz buna “aşırı özgüvenin kibir ve hoyratlıkla birleştiği dönem” de diyebilirsiniz) kendi kazanımlarını, kendisinden olmayanların hayat tarzına müdahale boyutuna taşımaya başladı. Aslına bakarsanız bu tutum, bir başbakandan ziyade kararlarına karşı çıkılmasını günah sayan bir “ulu’l emr” olduğu vehmine kapılan bir şahsiyetin doğal refleksleriydi. Ya da o siyasi anlayışın mantıki ve doğal sonucu...

Biz bütün bunları söylerken, Erdoğan’a destek veren sağ ve sol liberaller, devrimcileri, sosyalistleri Ergenekon’la, askeri vesayetle ilişkilendirme ucuzluğuna sığındılar; “Türkiye sivilleşiyor” diye bayram ettiler. “Sivilleşmek” kendi başına hiç bir şey ifade etmez, dedik. Yani boş laf! Niçin? Çünkü faşizm sadece haki üniforma giymez; omzunda ille de apolet olmaz; pekala lacivert takım elbiselerle de dikilir karşımıza... Ya da ekose ceketle...

“Ama askerin silahı var, sivillerin en azından silahı yok” dediler. Oysa hem biliyoruz ve hem de gördük ki, iktidar için devletin kendisi polisiyle, yargısıyla bizzat bir silah olabiliyor, oluyor. Nasıl mı? Basit: Polis öldürüyor, yargı salıveriyor. Devlet terörünün üniforması sadece renk değiştirdi. Dün tanktı, bugün TOMA... Dün dipçikti, bugün cop ve gaz bombası...

Ve yine gördük ki, dün faşist dezenformasyonun mağduru olanlar, bugün aynı yöntemleri hasım belledikleri insanlara karşı kullanmakta bir an bile tereddüt etmediler. Düne kadar televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde “demokratlık” diskuru çekenler, tapındıkları iktidarın temelleri sarsılmaya başlayınca –ya da bunun korkusuna kapılınca- asıllarına rücu ettiler ve içlerindeki gizli “akitçilik” ortaya çıkıverdi. Liberallerin düne kadar müttefik gördüğü sözüm ona “demokratların” maskesi düştü; yalandan, iftiradan, itibarsızlaştırmadan, hedef göstermeden medet umar oldular.

Peki, bütün bunları niye yazdık? Elbette, bir ayı aşkın süredir bu ülkede yaşananlardan ders alalım, ve hepimiz kendi yakın geçmişimize bir kez daha bakalım diye... Çok ümitli değilim ama, belki kimileri için utanma vesilesi olur.