Dünya Kupası'yla ilgili birçok şey yazdık çizdik artık kendi kişisel tarihimizi de yazma zamanı. 1982'den bu yana düzenlenen turnuvalara kısa bir bakış atalım.

Kişisel kupa tarihi

Müdürden mesaj geldi, “Bu kadar futbol tarihi yazdın, kendi Dünya Kupası tarihini yazmadın” diye. Emir büyük yerden, haliyle denemesi benden...

İlk 1982 Dünya Kupası’nı takip etmeye başlamıştım. Henüz okula bile gitmiyordum. Toplu olarak izlenen maçlarda, sanki kendi ülkeleri oynuyormuşçasına sevinen insanları pek garipsemiştim. Biricik âşkım babaanneme bunu sormuştum. Bir şey dememişti rahmetli, belli ki her şeyi kendi kendime keşfetmemi istemişti. Zaten bu sudan çıkmış balık hali de bir sonraki turnuvada yerini başka bir şeye terk edecekti…

Rossi tek başına Brezilya’yı yıktığında pek sevinen bendeniz, Almanya ile Fransa arasındaki yarı final maçında hüngür hüngür ağlamıştı. Panzerlerin file bekçisi Schumacher’in Battiston’un kaburgalarına daldığı anda adeta hayata küsmüştüm. Kazanmak her koşulda mubah olmamalıydı...

Finalde Tardelli’nin gol kutlamasında saydığım kolundaki damarlardan sonra korkmuştum. Tribünde havalara uçan yaşlı adamın İtalya Cumhurbaşkanı olduğunu dedem söylediğinde pek şaşırmıştım. Çok takılmayın, ufacıktım...

1986 DÜNYA KUPASI

Koca adam olmuştum. En azından öyle hissediyordum. Kolay mı, maçlara bile götürülüyor, futbolla yatıp kalkıyordum.
Kalbimin Liverpool için pek hızlı çarptığı yıllardı. Babamın Manchester United tutkusuna karşı bir takım bulmuştum. Bir de küçük bünyeyi saran Lineker sevdasından kelli her “God save the Queen” çaldığında mutlu olan bir velettim. Turnuva da güzel gidiyordu ne yalan söyleyeyim. Ta ki bücür çıkıp benim tuttuğum ülkeyi parçapinçik edinceye kadar.
O kısa boylu adam tuhaf bir gole imza attığında "saçmalık var" diye tutturmuştum, sonradan gazeteden okudum: Tanrı’nın eliymiş. Sinirlenmiştim, hep bundan bahsediyordum. Bundan kelli finalde de Almanya’yı tutmuştum. O küçük adam Arjantin’i şampiyon yapmıştı, benim ona âşık olmama daha vardı…

1990 DÜNYA KUPASI

Artık kocamandım. Memleketi yönetmeye taliptim, oynayamadığım futbolun her kuralını ezbere bilmekteydim. Arkadaşlarla konuşmaktan sıkıldığım, babalarının kafalarını ütülediğim günlerde oynanan turnuvada tutulan kadrolar, goller ve sarı kartlar ise işin güzelliğiydi. İnternet deseniz yoktu, kendi Wikipedia’mın benim için anlamı çoktu. Panini’ye yatırdığım parayı ilk defa o şampiyonada düşünüp bu işte bir yanlışlık var demiş, van Basten aşkı nedeniyle Hollanda için delirmiştim.

Völler ile Rijkaard’ın lama misali takılmasından sonra cezayı yiyen bendim. Kelime dağarcığımdan süzülen şeylerden sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyim… Annem noktayı koymuş, bir süre maçlara gitmem yasaklanmıştı.

Platt 119’da Belçika’yı yıktığında dünyalar, aynı İngiltere yine uzatmalarda Kamerun’u devirdiğinde de gofretler benim olmuştu. Dedemlerin yazlığında 15 kişi maç izlemiş, bütün kalanların yarattığı sinerji 105 dakika sonuç vermişti. Eş dost akrabalarımla girilen iddialar kazanılmış, tatilin kalan her gününe bir gofret düşmüştü.

Babamın amcasıyla izlediğim finalde Almanya’yı tutarken Brehme’nin penaltısında gol diye uçmuştum… Her şey güzeldi, ta ki bücürün gözyaşlarını görene kadar. İşte o an ne olduysa olmuş, Maradona’ya âşık olmuştum.

1994 DÜNYA KUPASI

Kanımızın kaynama hızı bambaşkaydı o yaz. Turnuvanın bir bölümü evde, bir kısmı ise arkadaşın yazlığında geçirilmişti. Beni misafir edenlere zorla maç seyrettirmişliğim de vardı…

Kolombiya’dan medet umarken, ummadık taş baş yarmıştı. İtalya postu Nijerya karşısında son anda deldirmezken, Romanya-Arjantin maçı sırasında kendimden geçmiştim. Dopingden evine gönderilen Maradona’nın yine beni ağlatması ise cabasıydı.
Yalan yok final için hiç heyecanlanmamıştım. Yazlıktaki arkadaş delirdiğimi düşünüyordu. Ancak ben İtalya-Brezilya maçında gol olmayacağını iddia etmiş, kazandığım meyve suyunu uzatmalarda içmeye başlamıştım. Evet, penaltılara güç toplamıştım. Baggio’nun topu uzaya yolladığı anda ben de yıkılmıştım.

1998 DÜNYA KUPASI

Üniversite üçün yazında Fransa’daydı şampiyona. Manitaya ince çalımlar atmak gerekiyordu. Haliyle sabahtan buluşuluyor, akşam saatlerinde ekran karşısında nöbet bekleniyordu. Tabii saadet uzun sürmüyor, foyam meydana çıkıyordu.
Norveç’in Brezilya’yı yıktığı an nedense dünyalar benim olmuştu. Çeyrek finallerde gözlerim dolmuş, özellikle Hırvatistan’ın Almanya’yı parçaladığı karşılaşmada coşmuştum. Yarı finaller deseniz hâlâ içimde bir acı... Brezilya-Hollanda randevusu penaltılara kaldığında, “Sambacılar işi bitirdi” dediğimde pek bir ukala bulunmuştum. Fransa-Hırvatistan maçında mazlumun yanında yer almış, sonradan hayran olacağım Thuram’a atarlanmıştım. Mösyö, milli takımda siftah yaptığı gün bir değil, iki gol atmıştı. Zaten bir daha da o formayla fileleri havalandırmamıştı.

Zidane’dan kelli Fransa’yı tuttuğum finalde pek sevinmiştim. Gerçi sevinmek için sevmemiştim!

2002 DÜNYA KUPASI

Artık büyümüştüm. Bambaşka bir heyecandı bizim için. Kolay mı neredeyse bir ömür sonra Dünya Kupası’ndaydık. Kısa sürer dediğimiz serüven bir peri masalına dönüşecek, biz de kendimizden geçecektik…

Arkadaşlarla komünal hayata geçtiğimiz, Büyük Kedilerin Günlüğü belgeselinin topluca seyredildiği şampiyonaydı. Sabah maçı dandik olabildiğinden kimi dostlar uyanmak istemiyordu. Uyanmak isteyenlere kahve koklatılıyor, olmadı üzerlerine evdeki kediler bırakılıyordu. Rahmetlileri de anmak boynumuzun borcu...

Senegal’in son şampiyon Fransa’yı yenmesiyle emin olmuştuk, bu turnuva farklı olacaktı. Horozlar gol bile atamadan Uzakdoğu’ya veda ederken, kupa sürpriz üstüne sürpriz doğuruyordu. Sürpriz yumurtaların tokuşmasında Türkiye üçüncü, Güney Kore dördüncü oluyor; finalde Almanya’yı deviren Brezilya 5’inci defa taçlanıyordu.
Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı gol hâlâ bir neslin rüyalarına giriyor. Dünya Kupası’nı en çok kazanan ülkeye ama ne korku yaşatmıştık. O günden beri turnuvayı ekrandan takip etsek de Uzakdoğu’nun en güzel baharatı bizdik.

2006 DÜNYA KUPASI

Galadan önce İtalya kazanacak diye tahmin yapmıştım. Temiz Ayaklar Operasyonu’nun salladığı Çizme, daha önce de zor zamanlarda başardığını tekrarlayacak mıydı? 1982 Dünya Kupası’nda yaptıkları, benim için teminattı…
Midas usülü maçlara dokunan, yaptığı oyuncu değişiklikleriyle maç alan Hiddink, kral Klose derken, Zidane turnuvanın yıldızı oluyordu.

Portekiz-Hollanda randevusu karakolda bitiyor, Zidane ve şürekâsı turnuvaların olağan şüphelisi İspanya’yı paralıyordu.
Finale gelince... Baştan söyledik ya delikanlılığa bir şey sürdürmedik, en azından dışarıdan İtalya’yı destekledik. Zidane, Materazzi’ye kafayı çaktığında üzülmüştüm bir parça. Kim bilir usta Buffon’u geçebilse, adaylığını koyacak, koltuk Sarkozy’ye kalmayacaktı… Penaltılarda Grosso köşeyi bulduğunda gol diye bağırmıştım, içimden ise “Ah be Zidane” diye feryat yakmıştım…

2010 DÜNYA KUPASI

Artık gazeteciydim. Çocukluğumun vazgeçilmezi, artık mesleğimdi. Güney Afrika’da vuvuzelayla müşerref oluyorduk. Binlerce sivrisineğin aynı anda vızıldamasından daha beter ses çıkaran enstrüman tüm dünyada moda olurken, benim ise kâbuslarıma giriyordu. Muzip bir arkadaşım sağ olsun, bir vuvuzela da yıllardır salonumu süslüyor!
Almanya İngiltere’yi farklı geçerken, Lampard’ın direğe çarpıp çizgiyi geçen füzesi, akıllara 1966 Dünya Kupası finalini getirmişti. Wembley’de Azeri yan hakem çizgiyle raks eden topa gol demiş, Afrika’da ise bir karış içeri düşen top tabelayı değiştirememişti.

Gana karşısında uzatmaların sonunda kaleye giren topu çıkaran Suarez, Muslera alınmasın, Uruguay adına turnuvanın topunu çıkarmıştı. Kazanılan penaltıyı gole çeviremeyen Gyan hâlâ yastığa kafasını her koyduğunda o atışı görüyor.
Tanrı’nın iki numaralı eli Suarez’in kırmızı kart cezası nedeniyle pas geçtiği yarı finalde Hollanda gülüyor, diğer randevuda Puyol’un kafası Almanya’nın fişini çekiyordu.

Finalden önce Mandela sahayı turlamış, İngiliz hakem Howard Webb, de Jong’un Xabi Alonso’ya attığı tekmeye sadece sarı kart çıkarmıştı. Bizim tekvandocu Bahri Tanrıkulu Olimpiyat’ta aynısını vursa, altın alacaktı... Uzatmalarda Heitinga ikinci sarıdan kızarmış, Iniesta bir ömürdür Dünya Kupası bekleyen İspanya’yı kanatlandırmıştı.

2014 DÜNYA KUPASI

Artık gençleşmeye başlamıştım. Malum bir yaştan sonra taksimetre bir zamanların gece tarifesi gibi yazsa da geriye gidiyor insan. İnanmıyorsanız annelerinize sorun.

2002’den beri nadasa çekilen Brezilya, kendi topraklarında en büyük favoriydi. Messi o topraklarda şampiyonluk yaşasa, üç vakte kadar Buenos Aires’in ortasına heykeli dikilir derken, kupa Almanya’ya gitmişti.
Panzerlerin yarı finalde Sambacılara attığı yedi golü hâlâ anlayabilmiş değilim. Gerçi anlayan var mı? 1950’den sonra 2014’te de Brezilya, kendi topraklarına gömülmüştü. O gazla finale gelen Almanya, uzatmalarda gülüyor; o taca dünyada belki de en çok ihtiyaç duyan kişi olan Messi, boynu bükük kupanın yanından geçiyordu…

2018 DÜNYA KUPASI

Daha da gençtim. Son turnuvada Fransa taçlanırken, bendenize kabak tadı vermişti. Horozlar öttü ötmesine ancak oyunculuğundan sonra teknik direktörlüğünde de zirveye çıkan Deschamps, şurup gibi akacak takımın ayağına pranga vuruyor gibiydi. Futbolun ruhuna Fatiha okutan fair-play puanı, son şampiyon Almanya'nın gruptan çıkamaması, Güney Amerika'nın olağan şüphelilerinin erken havlu atması da Rusya'nın unutulmazlarıydı.

Duran top organizasyonlarıyla dikkat çeken, Kane’in sürüklediği İngiltere, Cüneyt Çakır’ın yönettiği yarı finalde Hırvatistan’a toslamıştı. Zaten yenildikleri takım, bence turnuvanın yıldızıydı. Modric'in orkestra şefliğinde, Rakitic birinci keman, Mandzukic çello, Perisic flüt gibiydi. Belki Fransa karşısında taçlanamadılar ancak gönüllerin şampiyonu oldular. Var olsunlar!

Yeri, zamanı, koşulları, statların inşasında ölen binlerce insan derken, tarihin en tartışmalı turnuvalarından biri Katar’da başlayacak. Bakalım bu sefer saha içinde ve dışında neler olacak, hangi notlar günlüğe düşülecek. Gerçi müdür bu yazıdan sonra kapıyı bir daha çalmaz ya neyse...