21 Ağustos Cumartesi, Türkiye’de Covid-19 nedeniyle 232 kişi yaşamını yitirdi. Doktorlar tüm uğraşlarına rağmen hayatını kaybeden genç hastalarından söz ederek, aynı zamanda üzüntülerini bildirip uyarılarını yineliyorlar. Kronik herhangi bir hastalığı olmayan bu genç erkeklerin ve kadınların ortak özelliği aşısız olmaları. Kimisi gençliğine güvenerek kimisi ise komplo teorilerine inanarak aşı yaptırmaya gitmemiş. Göz göre göre ölüme yürümek böyle bir şey maalesef.

Türkiye toplumunun geniş bir kısmında, artan vaka sayısının ve ölümlerin bir infial yaratmadığını gözlemliyoruz. Şu anda içinde bulunduğumuz durumun pandeminin en yakıcı bir biçimde hissedildiği zamanlardan çok da bir farkı yok. Ancak genel bir umursamazlık hali hem siyaseti hem de toplumun farklı kesimlerini sarmış gibi görünüyor. İktidarın tuhaf bir biçimde ısrarla sürdürdüğü gece 12 sonrası müzik yasağını bir kenara koyarsak, yaz boyunca ortada “önlemin” de öngörünün de zerresi yoktu. “Sonbaharı bekleyelim tavrı” yüzlerce cana mal oldu. Üstelik 1,5 yıldır sürekli zikzak çizerek yürütmeye çalıştıkları süreç, toplumda sağlık kriziyle mücadele etme dinamiklerini olumsuz etkilemeye devam ediyor. Kitlesel boşvermişlik olarak tarif edilebilecek sosyal davranış, sadece sosyo-psikolojik dinamiklerden değil aslen siyasetin beceriksizliğinden kaynaklanıyor.


Sağlık Bakanı Koca’nın pandeminin ilk dönemindeki popülaritesini ve stratejisini hatırlayalım. O dönemde de pandemi yönetimiyle ilgili onlarca sorun mevcuttu, bu sorunların bir kısmı da Bakanlığın tasarruflarından kaynaklanıyordu. Tüm bunlara rağmen Sağlık Bakanı halka seslendiğinde en azından ilgi ve merakla dinleniyordu. Sonrasında Erdoğan, Koca’yı ikinci plana iterek, pandemiyle ilgili bilgi ve önlemlerin açıklanması rutinini bir propaganda sahasına dönüştürdü. Aşı tedarikindeki plansızlık, sağlık personelinin şartlarına kayıtsızlık vs. derken Sağlık Bakanı’nın prestijinde hızlı bir düşüş yaşandı. Bugün, Koca’nın pandemiyle mücadelede kendi sosyal medyasından “aşı yaptırın” çağrısını yenilemekten başka bir fonksiyonu kalmadı. Bu çağrının “alıcısı” yok, zira hükümetin aşıyı gerçek manada teşvik etmeye yönelik bir tutumu mevcut değil. Aksi olsa ikinci doz oranında hâlâ yüzde 55’lerde kalmazdık.

Sonbahar ufukta görünüp vakalar da geriletilemeyince iktidar apar topar yeni kararlar almak zorunda kaldı. İçişleri Bakanlığı’nın aşı olmayanlar için getirdiği PCR testi zorunluluğu bunun bir göstergesi. İçişleri genelgesi aşı karşıtlarını derhal harekete geçirdi. Pandeminin başından itibaren çeşitli komplo teorileri üreten çevreler, aşı şüpheciliğini örgütlü bir harekete dönüştürmek için sosyal medyada büyük bir efor sarf ediyor. Çeşitli kaynaklardan toplanmış enformasyonlar, seçici bir biçimde yan yana getirilip bilimsel hiçbir temeli olmayan “gerçeklikler” inşa ediyorlar. Araya da malum düşmanları (dış güçler, Siyonistler, vs.) ekleyip söylemlerini inandırıcı kılmaya çalışıyorlar. Bu komplo teorilerinin hem iktidar hem de muhalefet tabanında alıcısı var. Yalnızca köktenci çevreler ya da cehalet pençesine düşmüşler değil kendini “bilgili” sayan, bilim şüpheciliğini entelektüellik olarak pazarlayan diplomalılar da kervana katılıyor. Hal böyleyken, aşı olmayıp PCR testini de “faşizm” ya da “işkence” olarak yaftalayan kimi öğretmenlere ya da akademisyenlere rastlamak hazin ama sürpriz değil.

Arada sırada da olsa, iktidarın açık bir aşı karşıtlığı yapmadığını, mevcut durumda sorumluluğu olmadığını iddia edenlere tesadüf ediyoruz. Açık aşı karşıtlığı yapmadığı kısmı doğru ancak ardından gelen önerme yanlış. Türkiye’de bilimsel bilginin bu denli altının oyulduğu bir başka iktidar dönemi yaşanmadı. Her türlü hurafeye kapıların sonuna kadar açıldığı son 20 yılda, özgür bilimsel bilginin üretilme olanakları büyük darbe yedi. Yalnızca bu da değil. Siyasetin dili, tamamen komploculuk üzerine inşa edildi. Ülkede derin kökleri olan komplo zihniyeti, seçim meydanlarından televizyon ekranlarına hatta siyasi davalara kadar her yeri sardı. Bugün çevremizdeki birçok insan kendi “komplo gettolarında” yaşıyor. Mülteci sorunundan yangınlara, doların yükselişinden pandemiye her sosyal meseleye o “gettolardan” bakıyor. Bu da siyasi mücadelenin gerçek dinamiklerinin altını oyuyor. Örneğin pandemide derinleşen eşitsizlikler gölgeleniyor, eğitim ve sağlık hakkının gaspı normalleştiriliyor…

Kamucu bir perspektiften yaşamı önceleyen bir siyasetin inşası öncelikle meselemiz. Sağcılık bir zihniyet olarak komplo gettolarına tuğla taşırken, devrimci bir siyaset o duvarları yıkmaya aday olmalı. “Hakikat ötesine” sığınmayan, popülizme teslim olmayan, gericiliğe gericilik diyebilen ve bilim şüpheciliğiyle mücadele edebilen bir siyasetin umut ışığı olacağını göstermeli.