Karşı dağın arkasında olan bitenin bile, ağızdan ağza, kulaktan kulağa, nesilden nesle, babadan oğula, nineden toruna anlatılan zamanların hikâyesidir, bu sizlere anlatacağım.

Genel bir kırım emri verilmişti o sene. Hangi silahın neden ve nasıl ateşlendiğinin, namlunun ucundakinin yaşının, başının, kimliğinin hiç öneminin bulunmadığı zamanlardı (İnsanoğlu, kısacık tarihinde çokça çıldırmıştı çünkü). Ne kurşun sayılarak verilmişti ne de kurşuna dizilenler sayılacaktı.

O kadar çok kan döküldü ki o yaz, sadece dereler ve çırtanlar değil, kilometrelerce akan ulu ırmaklar bile günlerce kan aktı, mavi suların taşıdıkları cendeglerden, kimi zaman bir ölüler dağı, kimi zamansa ölüler tarlası meydana geldi.

Bu satırların yazarının, ölene kadar anlatma ve yazma sorumluluğunu bilerek ve isteyerek üstüne aldığı o uğursuz emri, sadece insanlar değil, insanların sadık dostu olan bazı hayvanlar da sanki kabul etmiş gibiydiler.

Köpekler, önce ölüler dağına daldılar, ağızlarına insan kanının değdiği andan itibaren, bu defa “canlılara” yöneldiler, hem de güpegündüz. Böylece bizim o yerli, küçücük, o kocaman tarihimiz, yani kulaktan kulağa fısıldanan o saklı tarih, “insan yiyen köpekleri” söyler oldu.

Ama her savaşın, çatışmanın, muharebenin bir sonu vardı; Hiç kimse sonsuza kadar savaşamazdı, Milaslı Herkül bile. Emri verenler, geri almasını bilirdiler. Bu defa, “Öldürmek bitmiştir, teslim olanlar sürgüne gidecek” dediler. Ve böylece, köylerinde ve kaçtıkları dağlarda zaten aç-sefil, perişan vaziyetteki biçarelerin teslim olma, kara vagonlarla batıya taşınma çilesi başladı.

Af emrinin muxtarlar aracılığıyla dağlara, kömlere, mezralara, mağaralara duyurulduğu, başta küçük bir çocuğun bile inanmadığı ama kısa sürede havadisin doğru olduğunun anlaşıldığı o günlerde, kendi köylerinde yaşayan, bölgenin en tanınmış ağaları sayılan Çuxur’un ağaları da hemen “teslim olma” hazırlıklarına başladılar. Gerçi zaten “devlete teslim”diler, yeniden, yani “resmi” olarak teslim oldular.

Ama kan dökmeye alışmış, köyün bağlı bulunduğu kazanın kaymakamı başta olmak üzere, eski emrin tesirinden çıkmamış jandarmalar, ağalara kötü bir sürpriz hazırlamaktaydılar. Ağaların Susığırlık’a sürgünü emredilmişti. Ama onlar, “bunları öldürsek kim bize hesap soracak, insanlar hayvan sürüler, gibi katledilmişti, üç tane ağa daha eksik olsa kimin haberi olacak” havasındaydılar. Ağalar ve kafile, Mazgirt’e varır varmaz, Mergê Kesisu adı verilen bir tepede kurşunlandılar.

Köpeklerin ağzına sıcak insan kanının değmesi gibi, insanlar da kendi soydaşlarının kanını dökmeye alışmışlardı bir kere. İnsan da bir tür hayvandır.

Kocaman ülke bir yandan garbının afakını saran yangınlar, bir yanda yoksulluk, bir yanda bir türlü bitmeyen kriz, bir yanda Hapishane Nüfusunda Avrupa Konseyi Birincisi Olma ayrıcalığını yaşarken, birdenbire Konya Meram’da bir ailenin yedi ferdinin birden öldürülmesi haberiyle sarsıldı. Aile Diyarbakırlıydı, oraya “sonradan” gelmişlerdi ve en kötüsü Kürt kökenliydiler.

Her gün insanların kimlikleri temelinde kışkırtıldığı, güpegündüz parti binalarının basıldığı, gencecik kızların parti binalarında öldürüldüğü, kadınların üçer beşer erkeklerce günaşırı katledildiği bir ülkede, bir komşu kavgası olarak başlayan “olayın” bile, kimlik temelli bir katliama dönüşmesi işten bile değildir. Bu tabloya, yıllar evvel o jandarmaların da sığındığı “cezasızlık” halini de ekleyelim.

“Genel” hava, “fevri” gibi görünen bir olayın da kıvılcımı olur bazı zamanlarda. Çuxur Ağaları’ndan Konya Meram’a, o eski hikâye hâlâ değişmemiştir.