Korkut Boratav: Mücadele, halk muhalefeti ve saray arasında
İslamcı faşizme muhalefet hem halkı savunmayı üstlenen hem de iktidarı hedefleyen bir direnme ve yeniden inşa cephesi olarak örgütlenmelidir. “Seçimlere de dönük” olacağı için CHP doğal olarak o aşamanın ön safında yer alacaktır. “Yeniden inşa” neoliberalizmden tam arınan, bu nedenle sermaye blokundan sızmaları da dışlayan radikal bir program gerektirir. İslamcı akımın tortuları dışlanmalı; işbirliği ve katılımlar Cumhuriyetçi ve Sosyalist Sol ile sınırlı olmalıdır.

Özay Göztepe
19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından başlayan ve Beyazıt’ta üniversite öğrencilerinin barikatı devirmesiyle süren direniş 1 Mayıs ile yeni bir boyut kazandı.
Biz de hocaların hocası Prof. Dr. Korkut Boratav ile yurt gündemine dair söyleştik.
Uzun bir süre AKP’nin gerçekleştirdiği anayasa değişikliklerini, “faşizme geçiş” adımları olarak nitelediniz. Şimdi de iktidarı analiz ederken, -dünyadaki neofaşist örneklerle birlikte ele alarak- “İslâmcı faşizm” vurgusu yapıyorsunuz. AKP’nin 23 yıllık iktidarını düşünürsek, “İslâmcı faşizm”e geçişin kırılma noktaları nelerdi?
AKP’nin bir Siyasal İslam partisi olduğu, başta Erdoğan’ın iktidar-öncesindeki eski demeçlerinde defalarca ortaya çıkmıştı. Türkiye’de (bazıları “soldan” gelen) liberaller, temsilî demokrasi kuralları içinde iktidara geldiğinde bu akımın Türkiye’yi yönetmesinin haklı, gerekli, hatta zorunlu olduğunu savunmaktaydı. Bu iddia, Siyasal İslam’ın demokrasi ile uzlaşacağı beklentisine dayanmaktaydı.
Bu beklenti 12 Mart rejiminin bitiminde (1974’te) Ecevit CHP’si ile AKP’nin öncülü olan Erbakan’ın MSP’si arasında kurulan koalisyon hükümeti döneminde sınandı; yanlışlığı ortaya çıktı. Hükümet, TCK’nın (komünist ve şeriatçı örgütlenmeleri, yayınları yasaklayan) maddelerinden yargılanan hükümlü ve tutukluklar için bir af yasası üzerinde anlaşmış; teklifi parlamentoya getirmişti. Teklifin görüşüldüğü TBMM oturumunda MSP milletvekilleri koalisyon anlaşmasını ihlal ettiler: Sağcıların şeriatçıların affı oylandıktan sonra solcu sanık ve hükümlülerin af oylamasına katılmadılar.
Siyasal af bu yüzden eksik yasalaştı. Bu eksiklik birkaç ay sonra AYM tarafından “eşitlik ilkesinin ihlâli” nedeniyle düzeltilecek; af yasası siyasal sanık ve hükümlülerin tümü için uygulanmaya başlayacaktı. Ama, Siyasal İslam’ın anti-demokratik özü de bu vesileyle açığa çıkmış olacaktır.
Doğrudan doğruya 2002 sonrasındaki AKP iktidarının siciline baktığımızda ilk kırılma noktasının 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında ortaya çıktığı söylenebilir. Bu tarihte Erdoğan hükümetinin AB’ye katılma müzakerelerinin liberal çevrelerde başlattığı coşku tükenmekteydi. AKP’nin kamu yönetiminde, atamalarda, yasal düzenlemelerde İslamcı adımları, eylemleri sıklaşmakta; laik çevrelerde tedirginliği yaygınlaştırmaktaydı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bazı yasaları veto ederek, atamaları önleyerek bir frenleme, dengeleme işlevi üstlenmekteydi.
Yeni cumhurbaşkanını seçimi yaklaşırken Cumhuriyet gazetesi “Tehlikenin farkında mısınız?” başlığını tekrarlayan bir dizi uyarıyı kamuoyuna taşıdı. 2000’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde partiler-dışı bir aday olarak Sezer lehine gerçekleşen parlamento uzlaşmasının bir tekrarını 2007’de iktidardaki AKP reddetti. Siyasal İslam’ın iktidarı paylaşmak niyetinde olmadığını belli etti. Cumhuriyet mitingleri bir halk tepkisi olarak Nisan 2007’de patlak verdi. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, “yeni cumhurbaşkanının Cumhuriyet’in temel ilkelerine sözde değil, özde bağlılığını” isteyen eşzamanlı duyurusu bir “muhtıra” olarak da yorumlandı. AKP iktidarı ise, bu duyuruyu, “Genelkurmay başkanlığı hükümete bağlıdır” uyarısı ile karşılayarak umursamadı. İktidarı paylaşmama kararında ısrar etti; erken seçime gitti. AKP’li Abdullah Gül, yeni parlamentodaki oylama sonunda cumhurbaşkanı olarak seçildi.
İslamcı faşizme geçiş sürecinin aşamaları, kırılma noktaları bunlardır. 2008 ve sonrası ise biliniyor. AKP, “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olma” suçlamasıyla AYM’de yargılanacak; karşı bir saldırıyı Ergenekon davaları başlatacak; TSK’de selektif bir tasfiyeyi gerçekleştirecektir. Bu bilanço Türkiye’yi 2013 Gezi kalkışması ortamına getirecektir.
Rejimin Siyasal İslamcı kimliği bu aşamalar içinde gerçekleşti. Siyasal plüralizmi reddeden, güçler ayrılığını sistematik olarak çiğneyen, baskı yöntemlerini adım adım yoğunlaştıran, 2015’e kadar da ekonomiyi neoliberalizme tam teslim eden bu rejimi ben İslamcı faşizm olarak nitelendiriyorum.
YAŞANAN FAŞİZMDİR
İktidarı “otoriterlik” ve “popülizm” gibi “nesnel” terimler yerine niçin faşizm kavramıyla tanımlıyorsunuz?
“Otoriterlik” sözcüğünün Anglo-Sakson siyaset bilimi yazınından kaynaklanan, iyi tanımlanmamış, “kavram” mertebesine layık olmayan bir terim olduğunu düşünürüm. Bu yüzyılın başlarında Batı emperyalizmi saldırganlaşırken dünya çapındaki kutuplaşmayı demokrasi ile otoriterlik arasında bir mücadele çerçevesinde tanımladı. Bu kutuplaşmanın içeriğine baktığımızda Suudi Arabistan, Ukrayna, Modi’nin Hindistanı, Erdoğan Türkiyesi demokrasiler arasında yer alıyor. Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Esad’ın Suriye’si, Rusya, Çin, Venezuela, Küba, Nikaragua otoriter rejimler olarak sıralanıyor. Otoriterlik teriminin muğlaklığı, tutarsızlığı, bir kavram olarak işlevsizliği ortada değil midir?
Ben 1960’da Adnan Menderes’in baskıcı yöntemlerine ayaklanan 1960’ın öğrencileri kuşağımdanım. O zaman sokak yürüyüşlerinde biz baskıcı iktidara karşı “kahrolası diktatörler” sloganını icat ettik. Jöntürkler kendi dönemlerinin Türkçesi ile “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganını kullandılar. Diktatörlük ve İstibdat elbette Otoriterlik terimine yeğlenmelidir. Üstelik günümüz Türkçesinde “otoriter kimlik” öğretmenler, futbol hakemleri, antrenörleri için kullanılan, sempati, saygı çağrıştıran bir anlam da içerir.
“Popülizm” ise, ayrıca da “sağ” ve “sol” sıfatları da eklenerek Batı siyaset diline sızmış yoz bir terimdir. Demokratik niteliği fazlasıyla hak eden Peronist Arjantin için kullanılarak siyasal terminolojiye girmiştir. Bana kalırsa dünya sisteminin çevresinde yer bazı ülkelere özgü popülist rejimlerden söz etmek uyundur: Halk sınıflarının iktidarda olmadığı, fakat siyasal ağırlıkları, bazen de örgütleri sayesinde bölüşüm ilişkilerinde sistematik olarak gözetilen rejimler…
Faşizm kavramı günümüzde dünya sisteminin çevresinde halk sınıflarını baskı altında tutarak uluslararası veya yerel sermaye tahakkümünü yerleştiren ülkeler için kullanılabilir; ancak, geleneksel İtalya-Almanya faşizminden farklılıklar gözetilerek… Demokratik bir öz taşıyan popülist rejimlerle faşizm kesinlikle karıştırılmamalıdır. Tarihsel bellekte haklı olarak kötü çağrışımları içerdiği için faşizm kavramı (en azından “neo-faşizm” olarak) korunmalıdır. Öte yandan (yakından bildiğimiz ve üçüncü dünya deneyimleri çok zengin olan) askerî faşizmler ayrıştırılmalı veya laikliği düşmanlaştırdığı için Türkiye ve İran’da İslamcı, Hindistan’da Hindu nitelikleri eklenerek kullanılabilir.
MİLYONLARIN OLGUNLAŞMIŞ SINIFSAL TEPKİSİ
Bundan 12 yıl önce Gezi kalkışması ile ilgili yaptığımız söyleşide, Gezi’nin “orta sınıf isyanı görüntüsü taşıdığı” gözlemlerine katılmadığınızı ve bunun “olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı” olduğunu belirtmiştiniz. İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan isyanın sınıfsal kökenleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Gezi kalkışmalarına katılanların sınıfsal nitelikleri ve ideolojik eğilimleri için daha önceki tespitlerimin 12 yıl sonra Saraçhane’deki yüzbinler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Sermaye ile ücretli işgücü arasındaki güncel bölüşüm karşıtlığına odaklanan bir sınıf mücadelesi gündemini aşan, iktidara dönük ilerici hedefler iki kalkışmada da yer almaktadır. İçerikleri değiştiği için farklılaşmıştır; ama “olgunlaşmış sınıfsal tepki” niteliği süregelmektedir.
Katılanlar arasında 2025’te gençlerin önemli bir bölümü, doğrudan doğruya öğrenci kimlikleri ile yer aldılar. Günümüz Türkiye’sinde âtıl işgücü (“geniş anlamda işsizlik”) oranı, faal nüfusun üçte birine yaklaşmaktadır. Bu gençler yarının diplomalı işsizleri olarak yedek işgücü ordusuna katılmanın arifesinde olduklarını bilerek (en azından hissederek) gösterilerde yer aldıkları ölçüde işçi sınıfının temsiliyetini de güçlendirdiler.
2025’te beyaz yakalı, nitelikli işçi sınıfının katılımındaki artışı meslek örgütlerinin flamaları yansıtmaktadır.
CHP, sizin “faşizme geçiş” olarak tespit ettiğiniz aşamalarda hep sessiz kalmıştı. İmamoğlu’nun gözaltına alınmasında da CHP’nin benzer şekilde devam etmesi muhtemel süreç, gençlerin barikatları yıkmasıyla bambaşka bir boyuta taşındı. CHP’nin ve diğer toplumsal muhalefet örgütlerinin son eylemlerdeki rolü ve gelecekte hazır olması gereken görevler konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Gezi kalkışmasının ve ona öncül olan Cumhuriyet mitinglerinin en belirgin zafiyeti, Türkiye’nin sonraki siyasal gelişimini etkileyememiş olmalarıdır. AKP iktidarının İslamcı savrulmasına karşı 2007’de Cumhuriyet mitingleri ile başlayan direnme dalgasının örgütlenmesinde ve katılımlarda ana muhalefet partisi öne çıkmadı. Sosyalist parti ve örgütler ise, sembolik istisnalar dışında (Genelkurmay başkanının “muhtıra” olarak yorumlanan duyurusunun da katkısıyla) mesafeli durdular.
Gezi kalkışması ise 2013’te İstanbul’da kendiliğinden, örgütsüz olarak patlak verdi. Ama, Bayburt dışında tüm kentlerde milyonlarca insanın katılımı ile yaygınlaştı. Tetikleyen olaylardan biri, başbakanın Cumhuriyet’in kurucusu liderlerine “iki ayyaş” ifadesiyle hakaret etmesi olmuştu. Türk bayrakları ve kalpaklı Mustafa Kemal posterleri gösterilerin sembolleri oldu. Sosyalist sol, Cumhuriyetçi ve Kemalist akımların solcu niteliğini ilk kez keşfetti; aktif olarak katıldı.
Buna karşılık ana muhalefet partisi CHP bu kalkışma ortamına mesafeli kaldı; 2013 sonrasında Türkiye siyasetini etkileyemedi. Kılıçdaroğlu yönetimi, partiyi sokaktan uzak tutmaya öncelik vermekteydi. Bir yıl sonraki bilançoyu aktaralım: Cumhurbaşkanı’nın ilk kez halkoyu ile seçildiği 2014 seçiminde CHP adayı olarak Cumhuriyetçi muhalefet dalgasına tamamen aykırı düşen Ekmeleddin İhsanoğlu gösterildi; Erdoğan’ın ilk turda seçimi kazanması, dolayısıyla başkanlık rejimine geçiş bu sayede kolaylaştırıldı. Taksim Dayanışması temsilcileriyle Saray’da yaptığı toplantıda Erdoğan, Gezi Parkı hakkındaki kararın İstanbullular tarafından verilmesini kabul etmişti. Ertesi yıl belediye başkanlığı seçiminde kalkışmayı simgeleyen bir aday belirlenemedi. AKP adayı Kadir Topbaş %48 oy ve 8 puan farkla 2014’te İBB Başkanlığını kazandı.
CHP LİDERLİĞİ YÖRÜNGE DEĞİŞTİRDİ
19 Mart operasyonuna karşı Özgür Özel yönetimi, CHP’nin siyasal stratejisinde niteliksel bir yörünge değişikliğine geçmektedir. CHP Genel Başkanı olarak 19 Mart’ın bir sivil darbe olduğunu algıladı; vurguladı. Barikatları yıkan gençlerle aynı safta olduğunu aynı gün Saraçhane’de kürsüye çıkarak gösterdi. Halkı sokaklara, Cağaloğlu’na; “sivil darbe” teşhisine katılan muhalif liderleri de aynı kürsüye çağırdı. Ana gündemin faşizmle mücadele olduğunu ilk kez Cağaloğlu’nda ifade etti. Bu eylem çizgisinin haklılığı, Özgür Özel’i Erdoğan’ın “sokaktan uzak dur”; Bahçeli’nin “CHP Genel Merkezi’nda kal…” diye uyarmalarından anlaşılıyor.
Bugün Türkiye’nin siyasal geleceği, “İmamoğlu operasyonu”nun Sivil Darbe niteliğini kavrayan; direnme hakkını sokaklara taşıyan halk muhalefeti ile Saray arasındaki mücadele sonunda belirlenecektir. Geçmiş yanılgılarının tam aksine, CHP yönetimi bu kez doğru teşhis yaptı; Gezi’deki CHP’nin aksine halk muhalefetini sahiplendi; katılmanın ötesinde öncülüğünü de üstlendi.
İslamcı faşizme muhalefet hem halkı savunmayı üstlenen hem de iktidarı hedefleyen bir direnme ve yeniden inşa cephesi olarak örgütlenmelidir. “Seçimlere de dönük” olacağı için CHP doğal olarak o aşamanın ön safında yer alacaktır. “Yeniden inşa” neoliberalizmden tam arınan, bu nedenle sermaye blokundan sızmaları da dışlayan radikal bir program gerektirir. Altılı Masa’nın talihsiz deneyimi, bugünün koşullarında bu tür bir cephenin bileşenlerine dönük bir ders vermiş olmalıdır: İslamcı akımın tortuları dışlanmalı; işbirliği ve katılımlar Cumhuriyetçi ve Sosyalist Sol ile sınırlı olmalıdır.
Bu konuda Özgür Özel tercihine dönük bir ipucu verdi: 1 Mayıs kutlamalarına Kadıköy’de katılacağını; dolayısıyla sosyalist eğilim ve akımları da içeren Sol emek örgütleriyle birlikteliği yeğlediğini açıkladı.
Sosyalistlerin ve Kürt hareketinin ilerideki tutumlarına ilişkin 2013’teki gözlemlerimi (küçük revizyonlarla) tekrarlayayım: Sosyalist sol, Cumhuriyet’in kazanımları, Türk bayrağının simgesel değeri, bunların güncel önemi ile barışmayı Gezi kalkışması sırasında öğrenmişti. 19 Mart darbesi ve sonrası, bu edinimi bir kez daha doğruladı. İslamcı faşizmle mücadeleye ve seçimlere dönük direnme ve yeniden inşa cephesi içinde belirleyici yeri olmalıdır.
Kürt Hareketi’nin ise Türk halkının eski bir özdeyişindeki (“körle yatan, şaşı kalkar”) bilgeliği algıladığını ummak isterim: İslamcı faşizm ile uzlaşarak demokrasiye ve özgürlüğe kavuşmak mümkün değildir. Bugünkü direnme hareketinin de Kürt Hareketi’ne doğal müttefiklerini bir kez daha gösterdiğini umuyorum.


