Körlük...
Herhangi bir ülkede, sıradan bir günde, bir adamın trafikte aniden kör olmasıyla başlayıp bütün ülkeye yayılan bir salgın… Sonra tam bir kaos, bir yok oluş hali. J. Saramago’nun Körlük’ünü böyle özetlemek ne kadar doğru, bilemiyorum.
Yine de, dünyanın şu hali, Lübnan, Gazze, bana Körlük’teki salgının etkisi altında oluğumuzu düşündürüyor. Bir yanda, o altüst oluş, yıkım, ölüm, adaletsizlik, öte yanda da en hafif ifadeyle yaygın bir körlük-sağırlık-dilsizlik hali.
Körlük’te, Saramago’nun altını en kalın çizdiğim cümleleri şu ikisi olmuştu: “Körler hep savaş halindedir, her zaman da öyle olmuşlardır.” “Aslında körlük umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”
Gazze’de, Lübnan’da, İsrail’de ya da başka yerlerde, şu yaşananlara bakarak dünyayı umudun tükendiği bir yer olarak görenler artıyor olabilir. Ancak, umudu hiç tüketmeyen, körlüğe teslim olmayıp sorular sorarak ilerleyenler de var.
Anlaşıldı ki, Netanyahu, Nasrallah’ı ortadan kaldırdıktan sonra da durmak niyetinde değil. Tüm cephelerde saldırıyor ve işte sosyalist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) yöneticilerini de katletti.
Ne rehinler gibi bir derdi ne de müzakere niyeti var. Nasrallah’ın öldürülmesini Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek için bir fırsat olarak görüyor. Kendisini daha güvende hissedeceği bu “yeni şekil” ABD’nin de istediği şekil olmasa, eli bu kadar serbest bırakılmazdı.
Bütün bu saldırılardan sonra, İsrail’in güney Lübnan’da bir kara harekâtı başlatıp başlatmayacağı sorusu öne çıkmaya başladı. Lübnan hükümetini sınırları içinde olup biten her şeyden sorumlu tutar, Hizbullah’ı da “tekerlekli sandalyeye mahkûm” bir mecalsiz örgüt olarak ona havale edebilirse, kendisini başarılı sayabilir.
Ancak, indirdiği tüm darbelere karşın, İsrail’de bile, buna ikna olmayanların sayısı hiç az değil. Şimdi yeni cumhurbaşkanıyla İran’ın ABD ile bir anlaşma arayışında olması nedeniyle, Tahran’ın Hizbullah’ı çılgın saldırılardan caydırıcı bir rol oynayabileceğini düşünenler var. Bir de, Hizbullah’ın eninde sonunda karşılık vereceğinden emin olanlar…
1992’de Nasrallah’ın selefi Abbas el-Musavi’yi öldürdüğü zaman da, İsrail’de “Hizbullah bitti” diye kutlama yapanlar olmuştu. Ancak, o günden bu yana, tüm saldırı ve suikastlara karşın Hizbullah “gücü katlanarak daha yetenekli bir askeri örgüt” haline geldi.
Kimi analistler, son saldırıların asıl etkisinin birkaç ay içinde görüleceğini ve “Yakın gelecekte Hizbullah milislerinin, ‘sanki bu savaşın bir sınırı, tavanı ve kırmızı çizgisi yokmuş gibi’ savaşmaya başlayabileceğini de olası” görüyorlar. Tırmanacak bir çatışmayı kazanamayacağını düşünse bile, Hizbullah’ın daha fazla moral ve meşruiyet kaybına uğramamak için cevap vereceğini söylüyorlar. Suikastların başka bir savaşçı neslini harekete geçireceğini, hatta daha radikalleştireceğini öngörüyorlar.
Haaretz yazarlarından J. Khoury de, son suikastların İsrail’e fayda sağlayıp sağlamayacağını sorguluyor ve “Bu, İsrail’in gerçekleştirdiği ilk Hizbullah lideri suikastı değil… Ancak hızla anlaşıldı ki, yerlerine geçenler daha ılımlı ya da daha az militanca bir tutum sergilemediler” diyor.
ABD’nin eski İsrail ve Mısır büyükelçisi Dan Kutzer’e göre, İsrail bir körlük içinde “Ne zaman yeterince başardıklarını belirleyecek bir ölçütleri” olmadan ilerliyor. “Bir noktada aynaya bakıp, ‘Birileri bize ateşkesi dayatmak zorunda, çünkü ne zaman duracağımızı bilmiyoruz ve tanımlayamıyoruz’ demek zorunda kalacaklar.”
“Körler hep savaş halindedir, her zaman da öyle olmuşlardır” ya, çünkü hep kazanacaklarına inanır ve kaybedebileceklerini göremezler!