31 Mart yerel seçimleri 24 Haziran seçimlerinin gölgesinde gerçekleştirildi. Uzunca bir süredir devletin islamcılaştırılması-faşistleştirilmesi doğrultusunda yürütülen karşı devrim süreci, 24 Haziran seçimleriyle nihayet ‘Tek adam’ rejimine geçişle sonuçlandırılmıştı. Ülkenin ekonomik, siyasi, idari bütün yönetimini tek bir kişinin elinde toplayan ve son derece sınırlı demokratik hak ve özgürlükleri de büyük ölçüde ortadan kaldıran bu sistemin; toplumun […]

Koyu karanlığın ortasında  bir nebze umut

31 Mart yerel seçimleri 24 Haziran seçimlerinin gölgesinde gerçekleştirildi. Uzunca bir süredir devletin islamcılaştırılması-faşistleştirilmesi doğrultusunda yürütülen karşı devrim süreci, 24 Haziran seçimleriyle nihayet ‘Tek adam’ rejimine geçişle sonuçlandırılmıştı.

Ülkenin ekonomik, siyasi, idari bütün yönetimini tek bir kişinin elinde toplayan ve son derece sınırlı demokratik hak ve özgürlükleri de büyük ölçüde ortadan kaldıran bu sistemin; toplumun devrimci ilerici kesimlerinin bütün direniş çabalarına karşın engellenememiş olması nedeniyle kaçınılmaz olarak toplumda yaygın bir karamsarlık ve umutsuzluk vardı.

Seçimler bu ortamda ve 24 Haziran’ın koyu gölgesi altında, iktidar bloğunun Saray’ın elinde toplanan bütün devlet olanaklarını kullanarak, muhalif cephe üzerine büyük bir baskı oluşturmaya çalıştığı koşullarda gerçekleştirildi.

Bütün bu eşitsiz adaletsiz olumsuzluklara rağmen ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken karamsarlık ve umutsuzluk girdabını bir nebze olsun dağıtacak ‘bir nebze umut’ arayışı olarak…


Yerel yönetimlerin eski görece özerk yapılarının da iyice budanarak anti demokratik merkezi sistemin güdümüne sıkıca bağlandığı gerçeği ortadayken, seçim sonuçlarından rejimin yapısında önemli bir değişiklik ve gerileme yaratması elbette mümkün değil. Zaten ‘güç bende, para bende, yönetsinler de görelim’ diyen Reis’in, arpalıklar elden gidiyor diye feveran eden yandaşlara anlatmak istediği de herhalde buydu.

Buna rağmen muhalefet bloğunun (Artvin’den… Hatay’a kadar) bütün büyük şehir merkezlerindeki kazanımlarının yarattığı büyük coşku ve umut dalgasını kimi sol liberal aydınların yaptığı gibi snopça küçümsemenin saçmalığı da ortadadır.

Çünkü ülkeyi baştan başa kaplayan bu coşku ve umut dalgasını yaratan şey (ne Mansur Yavaş, ne Ekrem İmamoğlu…) kimin kazanıp kimin kaybettiği değil, ülkenin başına musallat olan bir kötücül zorbalığın yıkılabileceği inanç ve umudunun, o mücadele kararlılığının geri gelmesinden başka bir şey değildir. Bütün gerçek toplumsal değişim ve devrimlerin temelinde yatan kötücül zorbalığa karşı içi iyilik dolu o büyük coşku, umut ve mücadele kararlılığıdır.

Önceki pek çok eşikte, AKP’nin hileyle hurdayla da olsa bir biçimde kazanmaya devam etmesi toplumun direnen kesimlerinde umutsuzluk ve siyasetten kaçış eğilimlerini güçlendiren sonuçlar üretmişti. 31 Mart seçimleri, ülkenin geleceğinden umudunu kesen, ne yaparsak yapalım değiştiremeyeceğiz duygusuna saplanan başta genç muhalif kuşak olmak üzere tüm toplum için bir umut ışığı oldu. Elbette Artvin’den Kırşehir’e, Ankara’dan İstanbul’a, Diyarbakır’dan İzmir’e, büyüğüyle küçüğüyle, hepsi önemli; ülkemizin barış içinde özgür ve aydınlık geleceği için hepsi önemli; ancak seçimlerin getirdiği en önemli kazanım sokaklarımızı dolduran bu coşku ve umut dalgasıdır.


Seçim sonuçları yaklaşık olarak referadum haritasını bir kez daha ortaya çıkardı. Türkiye’nin, üretim, bilgi ve kültürel merkezlerinin göbeğinde olduğu bir muhalefet kuşağı belirginleşti. Bu dalganın ilk işareti Haziran direnişinde ortaya çıkmaya başlamıştı. Siyasal İslam’ın hegemonyasını reddeden, neoliberal yağmaya ve güvencesizleşmeye itiraz eden muhalefet dinamikleri bugünkü değişim dalgasının da merkezinde durmaya devam ediyor. Daha çok kent merkezli, genç kuşak bir muhalifliğin ve kadınların merkezinde olan bu halka, özellikle son dönemde ekonomik krizin de etkisiyle birlikte AKP’nin etki alanında olan emekçi yoksul kesimlere doğru da kısmi bir genişleme gösterdi.

Değişim isteğinin seçim öncesinde de belirginleşerek sonucu belirlediği bu durum, bir mücadele sürecinin yeni bir aşaması olarak değerlendirilebilir. Ardında Haziran direnişinden Cerattepe’ye, kadın mücadelesinden referanduma ve seçim süreçlerine uzanan arayış bu noktada somut bir sonuca ulaşmış oluyor. Bu da değişim dalgasının iktidar karşısında moral üstünlükle birlikte mevziler kazandığı yeni bir duruma işaret ediyor. Böyle bir sonuç kuşkusuz zorbalık altında ilerletilen karşı devrimin iktidar dayanaklarının görece zayıflaması anlamına gelecek. Siyasal İslamın hegemonik konumunu çok önceden yitirdiği, hem bölgesel düzlemde hem de içerde bir tükeniş sürecine girdiği ancak MHP ittifakı ile birlikte milliyetçilikle bütünleşen ve zor aygıtlarının sınırsız bir kullanımıyla bastırılmaya çalışılan ilerici dalga bu şekilde geri döndü.


Önümüzde bu koşulların belirleyeceği yeni bir mücadele dönemi var. Bu mücadele, iktidarın bir adım gerilediği muhalefetin bir adım ileriye gittiği bir denge içinde devam edecek. Ekonomik krizin etkilerinin de daha çok hissedileceği koşullar içinde seyredecek bu mücadelede, yerel yönetimlerle birlikte tüm hayatın her alanında sürecek direniş, ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek. Önemli olan şimdi tünelin ucunda görünen ışığa doğru nasıl yürüneceğinin, yollarını bulmak. Solda bu gelişmeleri küçümseyen, hatta seçim sonuçlarını neredeyse öncekinden daha kötü bir durum olarak yorumlayan akıl tutulmalarını şaşırarak izliyoruz. Burada düzen karşıtlığı (!) adı altında, iktidara karşı mücadeleyi ikincilleştiren, seçimlerde muhalefete muhalefet ederek pozison almaya çalışan yaklaşımlarla bir yere varılamayacağı ortada. Türkiye’nin içinde girdiği bu koşullarda da Siyasal İslamcı rejime –iktidara- karşı mücadele temel alınmaksızın, gerçekten bu sömürü ve zorbalık düzenine karşı mücadele edilemez.

Önümüzdeki dönemde de bu eksende yürütülecek mücadelenin kritik noktası ise, bu değişim ve direnme eğilimlerinin devrimci bir doğrultuda güçlendirilebilmesidir. AKP-MHP bloğu karşısındaki geniş muhalefet bloğunun temel unsurlarının en önemli zayıflığı, siyasal İslamcı rejim karşısında eski düzenin savunulmasından ibaret bir politakaya sahip olmalısıdır. Oysa temel mesele Siyasal İslam’a karşı laiklik ve toplumsal hayatın özgürleşmesi mücadelesi ve neoliberal yağma ve talandan çıkış arayışıdır.

Mücadelenin mevcut düzenin ötesine taşınması ve toplumsal muhalefetin daha etkin, kurucu bir politik özneye dönüşmesidir. AKP’nin, bu ekonomik kriz tablosu içinde oy oranlarını bir ölçüde koruyabilmesinin en önemli nedeni de aslında böyle bir alternatif ihtiyacının ortada durmaya devam etmeksidir. Bu yüzden halk muhalefetinin eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen değişikliği talebi etrafında yeniden kurularak, Siyasal İslamcı rejimin karşısında somut bir güç odağına dönüştürülmesine ihtiyaç var. Faşizme karşı mücadele böyle bir devrimci anlayışla güçlendiği oranda, bu ilerici dalganın kendi sınırlarınının ötesine geçebilmesi de mümkün olabilir. Önümüzde uzunca bir zaman var. Bugün oluşan olumlu hava içinde uyuşarak bu süreçte aynı biçimde devam etmeye çalışmak, sonrasındaki daha büyük bir karanlığı kabullenmek anlamına gelir. Sol şimdi bir yandan genç muhalif kuşakların, kadınların özgürlük için yükselen direnişleriyle bir yandan krizin altında ezilen emekçi halk sınıflarının çaresizliklerine çare olacak yolları bularak etkili olabilir.

Evet dünyada da ülkemizde de yüzünü sola, sosyalizme dönen bir direniş hattı faşizmin yükselişine karşı barikat oluşturarak kendi yolunu arıyor. Türkiye’yi gerçekten değiştirecek olan da bundan başkası değil. Evet, önümüzde pek çok şeyi değiştirebileceğimiz bir mücadele dönemi var.

Bunu başarabiliriz, ama değişime önce kendimizden başlarsak!