Kriz, sınıfsal ayrışma ve kent-1
Günümüzde kentler, mega projeler, kentsel dönüşüm süreçleri ile birlikte incelikle işlenen ve hızlı bir biçimde dönüştürülen; bu anlamda sermaye birikiminin çok boyutlu ihtiyaçlarına yanıt üreten bir enstrüman durumundadır. Hobsbawm’ın ifade ettiği biçimi ile sanayileşme devriminin en göze çarpan simgesi olan kent; bugün finansallaşmanın, hizmet sektörünün, “orta sınıflaşmanın”, tüketimin simgesi olarak ele alınmaktadır. Buna karşın sanayi fonksiyonunu üstlenen yeni tip sanayi kentlerinin ortaya çıktığı somut bir gerçektedir. Bu anlamda sanayileşme ve kent arasındaki ilişki kendini yeniden üretecek mekânlar bulsa da sanayi işlevini yitirmiş bölgelerin yeniden işlevselleştirilmesi konusunda, ciddi bir birikimin oluştuğunu söylemek mümkündür. Kent bu süreçte insanların çalışma, barınma, beslenme, kamusal hizmetlere erişiminin bir aracı olmanın ötesinde sermaye birikiminin ihtiyaçlarını temel alan bir uzam durumundadır. Bu uzamın üzerinde inşa edilen sadece yapılar değil aynı zamanda da eşitsizliktir.
Bu anlamda kent mekânını dönüştüren tüm süreçleri, faydaları ve zararları üzerinden ele aldığımızda, bu süreçlerden etkilenen kesimlerin kimler olduğuna bakmak gerekir. Kentin kazananları ve kaybedenleri vardır. “Ve kaybedenler sürekli mutenalaşma ilerledikçe yerinden edilecek, sıkı piyasalarda daha yüksek konut maliyetleriyle karşılaşacak olan yoksullar ve işçi sınıfıdır”.
Bu bağlamda; yangınlar, salgınlar, deprem gibi doğal afetler; kentlerin gelişimi ve dönüşümünü etkileyen unsurlar oldukları gibi sınıfsal ayrışmayı da görünür kılmaktadır. Nüfus yoğunluğunun arttığı, sosyal donatı alanlarının az, binaların sık, sokakların dar olduğu, sel ve deprem riskinin bir tehdit olarak sürekli gündemde bulunduğu, eksik ve yetersiz malzemeler kullanılarak inşa edilmiş sağlıksız konutların şekillendirdiği, kamu hizmetlerinin ve altyapının yetersiz olduğu bir yapılı çevre, sınıfsal bir gerçekliği ortaya koymaktadır.
Sermaye birikiminin gerçekleşmesi, sürekli yenilenen bir dönüşüm sürecine bağlıdır. Bu anlamda kentin gelişiminin tarihi de kent peyzajının sürekli örüntülerinin ve dönüşümünün öyküsüdür. “Kapitalizmin gelişimiyle hızlanan ve kurumsallaşan bu dönüşüm süresi, kentsel mekânın hiçbir şey uzun süre aynı kalmayacak şekilde sürekli yapılandırılması ve yeniden yapılandırılması olarak görülebilir.”
Kentin görünümündeki ve yapısındaki bu tür değişiklikler her zaman gerçekleşiyor olsa da sabit bir hızla gerçekleşmediği ve aynı yönde ilerlemediği somut bir durumdur. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde 1945 ile 1973 yılları arasındaki süreç incelendiğinde kentsel yapılanmadaki en büyük dönüşümün banliyöleşme süreci etrafında döndüğü görülmektedir
Küreselleşme süreci bu dinamiklerle beraber, kırsal alandaki çözülmenin, sanayinin yer değiştirmesinin, istihdamdaki dönüşümün etkileri üzerinden kenti biçimlendirmiştir.
KÜRESELLEŞME VE KENTLEŞEN DÜNYA
Dünya genelinde kentleşme, açık bir biçimde küreselleşme sürecinin en önemli görüngülerinden biri konumundadır. Dünya Bankası (2020), verilerinden yaptığımız hesaplamaya göre 2018 yılı itibari ile dünya nüfusunun %55’i kentlerde yaşamaktadır. 2007 yılı dünyada kentsel nüfusun oranının ilk defa %50’yi aştığı tarih olarak görülmektedir. 1982 yılında kentsel nüfusun oranı %40 düzeyindeydi. Çin, Endonezya, Bangladeş ve Nijerya, nüfusu 100 milyondan fazla olan ve kentsel nüfus oranı 1982-2019 döneminde iki katından fazla artış göstermiş olan ülkelerdir.
Kentleşme süreci de dünya genelinde; bu ülkelerin öncülüğünde, sektörel açıdan önemli bir dönüşümü getirmiştir. Bir yandan tarımsal istihdam gerilerken; kentlere yönelen nüfus, hizmet ve sanayi sektörlerinde istihdam edilmektedir (ILO 2020).
Uluslararası iş bölümündeki dönüşüme bağlı olarak, şehirler küresel rekabet ortamında sahip oldukları rekabet avantajı ekseninde, kendilerini konumlandırmakta ve değer zincirlerinin yüksek katma değer yaratan alanlarında uzmanlaşan bu kentler; tasarım, finans, bilişim gibi alanlarda öne çıkarken, düşük katma değer yaratan alanlarda uzmanlaşan kentler geleneksel sanayi üretimi ekseninde yapılanmaktadır. Hizmet sektörü niteliğini de o kentin öne çıktığı sektörel yapı şekillendirmektedir. Bu durum, kırsal karakteri baskın olan ülkelerde, hızlı bir kentleşmeyi kışkırtmış; kent, çevre sorunlarını ve toplumsal çelişkileri yüksek boyutlara ulaştırmıştır (Öngel 2012). Kırsal yoksulluk, tüketim alışkanlıklarının değişiminin besleyen gelir artışlarına karşın, kentsel yoksulluğa evrilmektedir. Bir yanda geleneksel sanayi kolları, merkez ülkelerden-çevre ülkelere doğru kayarken, küresel değer zincirlerinin şekillendirdiği yapı içerisinde eş zamanlı olarak, aynı ülke içinde de uluslararası iş bölümüne benzer bir biçimde; sektörel ayrışmaların, sanayisizleşme olgusu ile kontrolsüz sanayileşmenin birlikte yaşandığı mekanların aynı metropol alan içinde inşa olduğu örneklere neden olmaktadır. Bunun yanında sanayisini yitiren, ancak bunun üst düzey bir hizmet sektörü ile dolduramayan kentler söz konusudur. Bu anlamda kentleşme pratikleri önemli bir dönüşüm geçirmektedir.
McKinsey Global Institute “Urban world: Mapping the economic power of cities” adlı raporuna göre (MGI 2011), küresel kent nüfusu her yıl 65 milyon kişi büyümektedir. Dünya tarihinde ilk defa şehirlerde yaşayanların oranının nüfusun çoğunluğunu oluşturması kent merkezlerinde yoğunlaşmaya olanak kılan ve “üretkenliği” artıran ölçek ekonomilerine bağlanmaktadır. Rapor, kentleşmenin sağladığı verimliliğin; örneğin Çin’de ekonomik büyümeyi ve yoksulluğun radikal bir biçimde azalmasını sağladığını iddia etmektedir. Rapora göre şehirlerin genişlemesi, yükselmekte olan ülkelerin çoğunda ekonomik büyüme ve yoksulluğun azaltma potansiyeline sahiptir. Bu anlamda kentleşme yüzyılın “ekonomik büyümesinin” en önemli yönlendiricilerinden biri olarak ifade edilmektedir. Dünya bir kente dönüşmektedir. Ancak sermaye tarafından teşvik edilen bu süreç; kırsal alandaki kontrolsüz çözülme, artan kentleşme, altyapı ve konut sorunu, gelir dağılımı, borçluluk ve tüketimin kışkırtılması ile oluşan yoksullaşmanın göz ardı edildiği bir süreçtir. İnsani gelişme, tüketebilme kabiliyeti ile ölçülmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki temel ihtiyaçların ne ölçüde karşılandığı sorulması gereken sorudur.
SONUÇ
Sonuç olarak küreselleşme süreciyle birlikte, mega projelerin ve kentsel dönüşüm süreçlerinin nesnesi olan kentler, sermaye birikiminin ihtiyaçlarını giderek daha fazla önceleyen bir biçim almıştır. Tüketim ve tüketebilme gücünün ifadesi haline gelen “orta sınıflaşma” kavramı ekseninde; kentin dokusu, sınıfsal bir ayrışmaya tabi tutulmaktadır. Bu durum elbette yeni bir durum değildir. Hausmann2 ile özdeşleşen kenti güzelleştirmek, halk sağlığı için duyulan kaygıları gidermek, merkezi konum arayışındaki işyerlerinin taleplerini, trafik ile ilgili gereksinimleri karşılamak gibi amaçları öne sürülerek gündeme gelen eylem biçimlerinin, büyük kentlerdeki işçi sınıfı mahallelerinde ve bunların özellikle merkezi bir konumu olduğu yerlerde gedik açma amacı güttüğü, bu amacın, farklı amaçlarla yapılan bir eylem olsa da, sonuçlarının bir yandan ara yollar ve dar sokakları ortadan kaldırırken, diğer yandan hemen başka bir yerde çoğu zamanda yeni yapıların hemen yanı başında bu sokakların ve yolların yeniden ortaya çıktığı çok uzun süredir işlenen bir konudur. Hausmann, kentlerde 150 yıldır sürekli olarak sahnelenmektedir. Banliyöleşme süreci de II. Dünya Savaşı sonrasında, bu durumun bir başka ifadesi olmuştur.
Günümüz kenti, giderek genişleyen bir şantiyedir. Salgın, deprem gibi faktörler, değişen kentsel fonksiyonlar vb. bu şantiyenin mekânsal yayılımını hızlandırmaktadır. Küresel kent olgusu etrafında tüketim gücü ile tanımlanan halk kesimleri, sınıfsal ayrışmanın görünür unsurlarıdır.
Finansallaşmanın ve kuralsızlaşmanın da etkisi ile başta İstanbul olmak üzere kentler, hızlı dönüşümü yaşamaktadır. Borçlandırma mekanizmaları, işçi sınıfı arasında da kalıcı olmayan, borç dayalı bir alım gücünü açığa çıkarmış; rant beklentisi de bu sürecin yönlendirici öğesi olmuştur.
Bu anlamda inşaat sektörünü büyümenin temel unsuru olarak gören politikalar, mega projelerin de çağırdığı krizleri tetiklemektedir. Mega Projelerin, kentsel dönüşüm süreçlerinin, mutenalaşma uygulamalarının deney tahtası haline gelen İstanbul, sınıfsal ayrışmanın en belirgin bir biçimde şekillendiği bir kent durumuna gelmiştir. Bugün bu ayrışma Covid-19 salgını ile daha net bir biçimde görülmektedir.
Ücretli çalışanların büyük bir kısmı “tam kapanma” sürecinden muaf tutulmuştur. Bunun anlamı 5 milyonu aşkın sanayi işçisi başta olmak üzere (ki bunların yaklaşık dörtte biri İstanbul’dadır), milyonlarca işçinin salgın riskine rağmen çalışmaya devam etmek zorunda bırakılmasıdır. Bir diğer önemli kesim ise bu süreçte gelirsiz kalan ya da zaten geçinmek zorunda oldukları ücretin altında olan gelirlerinin bir kısmı ile bu süreci geçirmek durumunda bırakılan milyonlardır. Üretim, dağıtım ve temel kamu hizmetleri ile ilgili işlerinde çalışan, mavi yakalı işçilerin yoğun olduğu semtlerde, hayat salgın yokmuşçasına devam etmektedir. Bu grup aynı zamanda yaş itibariyle henüz aşıya erişimi olmayan önemli bir kesimdir. Artan sağlık ve yoksulluk riski, bugünlerde (daha öncesinde olduğundan daha fazla bir biçimde) işçi semtlerinin iki temel görüngüsüdür.
1Bu yazının daha geniş bir haline Mimar.ist dergisinin 69 sayısından (Sonbahar 2020) ulaşabilirsiniz.
2Engels burjuvazinin konut sorununu çözmek için bildiği tek yöntemin Hausmann olduğunu söylemektedir. Burada Hausmann sık bir biçimde inşa edilmiş olan işçi meskenlerini yıkarak buradan uzun, düz, geniş caddeler geçirmek ve bu caddelerin her iki yanına büyük lüks binalar inşa etmek yöntemi olarak kullanılmaktadır. Hausmann, III. Napolyon döneminde Paris’in kent merkezinin yeniden tasarlanmasında ve bugünkü halini almasında baş rol oynayan kent yöneticisidir.