Tarkovsky'nin anlattığı bir örnek var: Bir tepenin yamacındaki

Tarkovsky'nin anlattığı bir örnek var: Bir tepenin yamacındaki küçük bir noktayı görmekteyiz. Kamera yaklaştıkça aslında bu noktanın insana benzediğini fark ederiz. Kamera biraz daha yaklaşır; evet, bu uzanmış yatan, büyük olasılıkla uyuyan bir insandır. Kamera yaklaşmayı sürdürürken bu kişinin aslında uyumadığını, kanlar içinde yattığını görürüz, belki de ölüdür.

Bu örnekte kamera bizi bir gerçeğin algısal düzeyde farklı halleriyle karşılaştırır; gerçeklik değişmeden kalırken sunum biçimi 'kübist' bir tavırla söz konusu gerçekliği görebileceğimiz diğer durumları da sunar. Çünkü kübist sinemanın derdi izleyicisini gerçekliğin algılanma şekillerine dair bir tartışmanın içine çekmektir aslında...

Kurosawa'nm muhteşem filmi "Rasho-mon"un belki de en çarpıcı ilk örneklerinden biri olarak tanımlanabileceği kübist sinemanın bir olay ya da olguyu farklı açılardan görme ve gösterme çabasının dinamiklerinden biri, doğrudan postmodernizmle değil ama modernizm eleştirisiyle belirginleşiyor tabii... Bu olguyu John Locke'un "Şimdi yanımda olanın varlığından eminim. Fakat bu odadan çıkıp gittiğinde, artık varlığından emin olamam." biçiminde özetlediğimiz ampirist epistemolojisinin, yani genel olarak Pozitivist düşüncenin 'gerçeğin doğası'na dair neden olduğu sıkıntılar bağlamında yeniden ele almakta fayda var. Eleştirel Düşünce'nin öncü isimlerinden Horkheimer'ın kuramsallaştırmasıyla gidersek,

"Pozitivizm etkin insan varlığına mekanik bir belirlenimcilik (determinizm) şeması içerisinde, çıplak olgular ve nesneler olarak yaklaşır." Oysa böyle olmamalıdır, çünkü öncelikle insanın kendini devamlı yeniden-ürettiği bu varoluş sürecine dair her türden belirlemeci yaklaşım bir noktada tökezlemeye mahkûmdur. Aslına bakılırsa Heisenberg 'in ortaya koyduğu Belirsizlik Prensibi (İndeterminizm) sadece fizik bilimi düzeyinde değil, insani düzeyde de geçerlidir. Ve mekanik belirlenimci düşünce, insani ve toplumsal olanın anlaşıla-bilmesini ve daha önemlisi aşılabilmesi sürecini büyük ölçüde zedeler. Levent Köker'in vurgusundan gidersek, "Bütünü açıklamaya yönelik her teorik girişim, kendi içinde kapalı, olgusal olarak sınanabilme olanağından yoksun bir sistem ortaya çıkaracak, Popper'ın dediği gibi bazı şeylerin olmasına yasak koyacak, kendi kabullerine aykırı olgularla karşılaştığında da ya o olguları kendi sistemine uydurarak açıklayacak veya onları yok sayacaktır..."

Yine Horkheimer'ın tanımlamasına göre pozitivist düşünce "dünyayı yalnızca deneyde dolaysız olarak verilen biçimiyle algılayarak öz ve görünüş arasında bir ayrım yapmaz." Oysa böyle olmamalıdır, çünkü tam da Kant'ın söylediği gibi "...deney bize herhangi bir şeyin şu ya da bu durumda bulunduğunu (şöyle ya da böyle olduğunu) öğretir, ama başka türlü bir durumda da bulunmayacağını asla öğretmez, göstermez." Kübist sinemayı ve 'görme'nin bilgilenme süreçlerimizdeki etkin yerini tartışmaya başlarken sözünü ettiğimiz Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Kıyafetname"si işte bu yanlış yöntemin ürünlerinden biri olarak ortada durmaktadır, çünkü aslında "Kıyafetna-me"yi oluşturan bilgi bütünü tüm 'ötekileştir-me' politikalarıyla bu tür bir pozitivizme sırtını dayamaktadır.

Oysa gerçeğin farklı yüzleri vardır ve nereden baktığınıza bağlı olarak bu yüzler değişik biçimlerde görünür hale gelir. Bu bağlamda "Rashomon"la başlayan çizgi, Tom Tykver'i ünlü yapan 1998 tarihli "Koş Lola Koş" isimli filmle devam eder. Film aslında 'Kelebek Etkisi' olarak da bilinen ve en iyi "Asya'da bir kelebeğin kanat çırpması Pasifik'te bir kasırgaya yol açabilir" sözüyle açıklanabilen 'Lorentz Etkisi' üzerine bir felsefi tartışma olarak da okunabilecek diyalektik bir yapıdadır. Baş karakteri Lola'nın yaşadığı olayın sonuçlarının sadece birkaç saniyelik akış farklılıklarıyla nasıl değişebileceğine dair üç ayrı öykü varyasyonu üzerine kurulu olan anlatı, burada tartıştığımız haliyle tam bir kübist sinema örneğidir. Çünkü aslında kübist sinema, bu film üzerinden giderek söylersek, diyalektiğin en görünür hale gelebileceği sinematografik üretim biçimidir aynı zamanda...

Burada kavramsallaştırmaya çalıştığımız biçimiyle kübist sinema, tabii ki sadece bir kültürel yapı birimi olarak değil aynı zamanda bir bilgi biçimi olarak da postmodernizmin tuzaklarına düşmeye çok yatkın... Fakat son dönemin önemli filmlerinden biri olan ve Brecht estetiğiyle bağının izlerini sürdüğümüz bir diğer kübist film "Syriana", böyle olmayabileceğinin örneklerinden biri olarak ortada duruyor.

Kaldı ki,Tom Bottomore'un tanımıyla "pozitivizm yalnızca varolana katılmakla varolan siyasal düzeni kutsallaştırır, radikal herhangi bir değişimi engeller ve siyasal bir dinginciliğe sürükler"ken gelinen noktada insanlığın kaybedecek 'sanallaştırılmış' zincirlerinden başka bir şeyi kalmadığına göre, sanatın içindeki diyalektik ve ütopik momenti ortaya çıkarabilmek için bazı tuzakları göze almaya değer gibi görünüyor.