Küçük bir kıvılcım...
Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi yaptığı konuşmada direnişi kastederek “Bu beş-on ağaç meselesi değil, olayların Gezi Parkı’yla ilgisi yok” mealinde laflar etti. Dinlerken “Bravo!” dedim, “sonunda anlayabildin.”
Direniş, bir avuç insanın ağaçlarına, parklarına, hayat alanlarına sahip çıkması, bunun karşılığında acımasız bir polis terörüne maruz kalmasıyla ateşlendi. Sonrasında önce İstanbul, ardından Ankara ve İzmir, derken neredeyse bütün ülkeye yayıldı. Gezi Parkı, “taşıran damla” oldu. Özellikle son birkaç aydır yoğunlaşarak süren, baskıcı, müdahaleci ve her defasında şiddeti de yanısıra getiren hükümet politikaları, gördük ki bu ülke insanının canına tak etmiş. AKP iktidarının Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde cisimleşen diktatörlük özlemi, sonunda halkın barikatına tosladı. Ne demişti vakti zamanında biri? “Küçük bir kıvılcım bütün bozkırı tutuşturur.”
Erdoğan, meseleyi -her defasında yaptığı gibi- “marjinal gruplar” demagojisiyle geçiştirmeye çalıştı. Binlerce gaz bombasının atıldığı, tonlarca tazyikli suyun sıkıldığı, acımasız bir polis terörünün uygulandığı şartlarda onbinlerce insan geri adım atmadıysa, ve sen hâlâ “marjinal” edebiyatı yapıyorsan, olanlardan ya hiçbir şey anlamamışsın ya da –ve kuvvetle muhtemel- kendinin de bildiği hakikati çarpıtarak itibarsızlaştırmaya çalışıyorsun. Taksim’de, Harbiye’de, Gümüşsuyu’nda, Beşiktaş’ta toplanan insanları hepimiz gördük. Bırakın “marjinal grup” üyeliğini, büyük ağırlığı, daha önce hiç bir siyasi eylem deneyimi olmayan, Başbakan’ın hotzotçu otoriterliğinden gına getirmiş, Gezi Parkı’nda bir avuç insana reva görülen kalleşçe saldırı karşısında insanî bir öfkeye kapılmış, sadece hak ve adalet isteyen insanlardı. Erdoğan daha da ileri giderek “faşist” nitelemesini bile kullandı. Bu çaresizliğin ifadesidir! Kibrine yenilmiş bir çaresizlik. Evet, son beş gündür Taksim’in üzerine gaz bulutu olarak çöken bir faşizm var; o bulutun gerisinde kimin olduğu biliniyor.
Direnişin ilerleyen günlerinde “işin içinde milliyetçi-darbeci” kesimlerin olduğuna dair şayialar dile getirildi. Böylece eylemler üzerinde “kuşku” oluşturmaya çalıştılar. Özellikle Cuma akşamından itibaren, muhtelif ulusalcı grupların da eylemlere dahil olduğunu gördük. Bu kadar geniş bir toplumsal hareketlilik, elbette her siyasal eğilimden insanı içine çeker; çekti de (Cumartesi sabahı 15-20 MHP’li bile Taksim’deydi)... Ama direnişin omurgasını ve ruhunu oluşturan, içinde her kesimden devrimcilerin de yer aldığı ama siyaseten heterojen, hak-hukuk, adalet ve özgürlük isteyen insanlardı. Ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin bu gerçeğin üstü örtülemez.
Direnişin belki de en önemli sonuçlarından biri, insanların korku duvarını aşmasıydı. Evet, saldırılar vahşiceydi. Polisin halka karşı tutumu her yerde düşmancaydı. İnsanların üzerine yağmur gibi gaz bombası yağıyordu. Ama geri adım attıramadılar. Gelen bombayı gerisin geri fırlatıp adeta “hadi yenisini gönderin” diyen cesur, genç insanlar var artık bizim şehirlerimizde de. Direnişle birlikte korkunun üstesinden gelinirken yanısıra insanlar arasında muazzam bir dayanışma duygusu gelişti. Beş yıldızlı otellerden bakkal dükkanlarına kadar her kurum kapısını göstericilere açtı. Bir çok yerde eczaneler sabaha kadar açık kaldı. Şehrin dört bir yanında gönüllü acil sağlık hizmetleri örgütlendi. Bir tweet’te de işaret edildiği gibi, komşusunu tanımayan insanlar göstericileri evlerinde konuk etti. Bundan büyük kazanım olur mu?
Direniş boyunca en çok tepki çeken, başta haber kanalları olmak üzere medyaydı. Cuma gecesi, dünyanın belli başlı televizyon kanallarının canlı yayın yaptıkları saatlerde hepsi kör, sağır ve dilsizdi. Türkiye’de medyanın bu kadar itibarsızlaştığı hiç bir dönem olmamıştır herhalde. Ama iyi oldu. Çünkü nasıl bir ülkede yaşadığımızın sağlamasını yapmış olduk. Bir ülkede meydanlar, caddeler, sokaklar iktidara, onun polisine direnen onbinlerce insanla dolmuşken o ülkenin televizyon kanallarında “lay lay lom” sürüp gidiyorsa, o rejimin adını koymak zor olmasa gerek.
Son bir söz de BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’a... Eylemlerin “ulusalcı-darbeci” kesimlere mâledilmeye çalışıldığı dezenformasyon kampanyasına “Irkçı faşistlerle bir araya gelmeyiz” sözleriyle eşlik etmesi kolay kolay unutulmayacak. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü bir yana, BDP’nin Gezi direnişi boyunca tutumu, “Kürtleri doğrudan ilgilendirmeyen hiç bir hadise bizim meselemiz değildir; önceliğimiz AKP ile iyi geçinmektir” diye mi okunmalı acaba?