Kültürel halsizlik
Margaret Thatcher, Douglas Keay ile 1987‘de yaptığı röportajda, insanların hükümetlerden kendi sorunlarının çözümü için sürekli taleplerde bulunduğunu, ama bunun saçma olduğunu, çünkü toplum diye bir şeyin olmadığını söylemişti. Hükümet‘in insanlara bakmak gibi bir yükümlülüğünün olmadığını, herkesin önce kendisine bakması gerektiği görüşünü savunuyordu. Zaten bu görüş, neoliberalizmin nihai sloganı oldu: Toplum diye bir şey yok.
TOPLUM YOK
Neoliberalizm toplumsal bağları çözüyor derken, tam da Thatcher‘ın bu sözleriyle tarif ettiği bakış açısının sonuçlarından bahsediliyor aslında. Bugün gerçekten de toplum diye bir şey yok mu diye tartışılır oldu. Neoliberalizme göre toplum diye bir şeyin var olması, sadece tembelliği ve savurganlığı arttırır. .bu yaklaşıma göre toplumun yerini piyasa almalıdır ve piyasa, öznelliklerin ve özneler arası bağların üretildiği sembolik alan olarak tek belirleyici kuvvet haline gelmelidir. Geleneksel değerler de, bedenlerin örgütlenmesi ve üreme birimlerinin inşasına hizmet ettiği sürece değerlidir. Kişisel gelişim endüstrisi, bu şiarla hareket edip çeşit çeşit ürünlerle insanı toplumdan soyutlayarak piyasa için reçeteler üretmeye devam ediyor. Sahte kendiliklerin bu denli yaygın hale gelmesi bu yüzden kaçınılmaz. Biliyoruz ki insan ilişkisel bir varlık. Başkalarıyla kurduğumuz bağlar olmadan kendimiz olamayız.
MIŞ GİBİ
Sosyal bağların çözülmesinin bir sonucu olarak kültürel bir halsizlik, yüzeysellik yaşanıyor. Bir video açıp üç beş dakikada evrenin oluşumunu, kişilik bozukluklarının ayırt edici özelliklerini, iyi yemek yapmanın sırlarını ya da evdeki bir tamirat işini öğrenebilirsiniz. Hatta özetlerini dinleyip kısa sürede dünya klasiklerinin tamamını okumuş gibi de hissedebilirsiniz. Öyle ki, bilgiye olan bu yaklaşımla ergen bir çocuk kolayca şu hisse kapılabilir: Öğrenebileceğim her şeyi öğrendim, dünyada keşfedebileceğim bir şey kalmadı. Aslında o videolarla bir şey öğrenmek mümkün değil. Üniversitede okurken örneğin ‚Gösteri Toplumu‘ adlı kitap çantamda haftalarca gezinip durmuştu, altını çize çize, üzerine düşünüp başkalarıyla konuşa konuşa okuduğum bu kitaba hâlâ zaman zaman geri dönüp doğru anlamış mıyım diye bakma ihtiyacı duyabiliyorum. Keşfetmek istediğim o kadar çok şey var ki. Bu durum romantik ilişkiler için de geçerli. Yüzeyde kalıp derinleşilmediğinde, herkes kategoriler altında sınıflandırılabilir kolaylıkla, etiketlenebilir. Daha sonra da gerçekten de etiketlenen o kişiler, kendilerini o etiketlere sığdırmaya çalışabilir.
TEK BAŞINA
Çünkü tek belirleyici güç piyasa olduğu sürece, gerçek ilişkinin yerini rekabetçi ilişki alır. Diğerinin özgürlüğü artık kendi özgürlüğümün koşulu ve kısıtı olarak değil, bir tehdit olarak işlev görür. Tek başına hisseden biri, diğerlerini etiketlemeden yoluna devam edemez.
Film ve dizilerde, seri katillerin, doğaüstü açıklanamayan olayların, korku ya da gizem türü yapımların ilgi görmesinin, insanların sosyal bağlardan yalıtılmış olmasıyla bir ilgisi olsa gerek. Korku zihinlere hâkim olduğunda, dünyadaki sorunlar ve zorluklar abartılır, fanteziler devreye girer. İnsanlar kısa süreliğine sadece büyük bir acı yaşandığında bir araya gelebiliyor. Ama bu birlik duygusunun kısa sürmesinin anlamı, insanların, dolayısıyla toplumun kendi çaresizliğiyle barışık hale geldiğini gösteriyor. Acı çekmenin değil, acılara neden olan olaylarla mücadele etmenin derin bir anlamı olduğu unutturulmaya çalışılıyor.