Google Play Store
App Store

Nina Mingya Powles’in şiirleri hep hayatının sarmalında özlem, hafıza, aile, diller ve ille de doğa ve su kütleleri etrafında dönüyor. Küçük Su Kütleleri Batı ve Uzak Doğu kültürleriyle büyümüş fakat iki kültür arasında sıkışıp kalmamayı başarmış genç bir kadının denemeleri.

Kültürlerin, 'ev'in ve doğanın ahenkli ve su gibi akan dansları
Nina Mingya Powles

Ülkü BAŞARAN

Yeni Zelanda’da doğan, New York ve Şangay’da büyüyen, şimdilerde de Londra’da yaşayan bir şair ve yazar Nina Mingya Powles. Henüz çok genç olmasına karşın dört şiir, biri yemek, diğeri doğa ve hayata yönelik iki anı kitabı olan Powles şairlik yönüyle Women Poets’ Prize ve Jane Martin Poetry Prize gibi ödüllerin sahibi. Şiirleri hep hayatının sarmalında özlem, hafıza, aile, diller ve ille de doğa ve su kütleleri etrafında dönüyor.

“Akıntı” diye mırıldanıyor İngilizce, “Akıntı nedir?”

Annem açıklıyor benim konuşabildiğim bir dil olmayan ana dilinde.

Bu kadınlar ve yanıbaşlarındaki su radikalleriyle sarmalanmak için

Kâğıt parçalarına tekrar tekrar yazarak aklımda tutmaya çalışıyorum

Dalgaların uçları rüyalarıma giriyor.

Kendini ‘başkaları hemen fark edemese de beyaz bir Malezyalı - Çinli’ olarak tanıtan Powles kıtalar arası süren hayatını anlatırken ev kavramının onun için ‘muğlak’ bir kelimeye dönüştüğünü söylüyor. Hem şiirlerinde hem de yazılarında ait olduğu ve içinde yaşadığı kültürlerin, ‘ev’in ve doğanın ahenkli ve su gibi akan danslarına tanık oluyoruz.

Vücudumuzun demir attığı yer neresidir? Hangi su kütlesi bizimdir? … Mesele, bir seferde pek çok yere demir atmış olmam mı, yoksa hiçbir yere demir atamamış olmam mı? Cevap bu ikisinin arasında bir yerlerde yatıyor. Zaman içinde, bu arada-deredeki yeni adalar yeşerip biçimlendi.

Powles’in ilk anı/deneme kitabı olan Küçük Su Kütleleri, bir şairin elinden çıktığı belli olsa da oldukça güçlü bir düz yazı ile anlarını, rüyalarını, ilgi alanlarını, doğaya olan merakını, ille de bulunduğu yerlerdeki su kütleleri ile harmanlayarak bir araya getirmiş. Karşılığında da doğa yazılarında yeterince temsil edilmeyen fikirlere verilen Nan Shephard Prize ile ödüllendirilmiş. Buraya bu kitabın saf doğa yazıları ile sınırlı olmadığını, ilerde belirteceğim pek çok özelliğinin yanında bir nevi Powles’ın o ana kadar yazdığı şiirlerin de bir çözümlemesi, açıklaması olarak görülebileceği notunu düşelim.

Yeni Zelanda’nın vahşi kıyı şeridinde Powles on yaşında bir kız çocuğu iken başladığımız okuma macerası, Londra’nın kuzey batısındaki Hampstead Heath yüzme göletlerine kadar uzanıyor. Powles ‘ev’ kavramını bir nevi su kütlelerinde arıyor. Adeta benlik ve mekanlar su sayesinde birleşip birbirlerini tamamlıyor gibiler. Kuzeniyle olan ilk yüzme maceralarını, İngiltere’nin soğuk göletlerinde nasıl yüzüleceğini, Miyazaki Usta’nın Ponyo’sunu ve sebep olduğu fırtınaları anlatırken kullandığı durgun, naif, yer yer gülümseten çocuksu dili halka açık havuzlara erişim eşitsizliğini ve esaret altında tutulan balinaların ölümlerini anlatırken araya giren siyasi ve toplumsal gerçeklikler o durgun dilinde fırtınalar kopartabiliyor.

Kitabı adından da yola çıkarak salt su kütleleri ile lanse etmek güzel bir yol elbette ama aslında bana kalırsa bundan çok daha derin şeylerden bahsetmek gerekiyor. Kitapta bulunan on altı bölüm bana Debussy’nin prelüdlerini anımsattı. Her biri içinizde ayrı ayrı hisler uyandırırken toplamda yarattığı birlik duygusu da oldukça etkileyici. Bu on altı bölüm tarih, kitaplar, şiirler, büyükanne ve babalar, narenciyeler, bitkiler, animasyon, müzik, resim gibi çok geniş bir konu yelpazesi ile yoğrulmuş. Bölümleri öyle canlı ve ferah bir anlatımla süslemiş ki, annesinin soyup uzattığı mandalinayı sanki siz uzanıp alıyor, anneannesinin kurduğu sofraya bir sandalye de siz çekip oturuyor, belki de Mitski’nin şarkılarının kulağınızda çınladığını hissediyor ve o bisiklete binerken rüzgârın sizin yüzünüze vurduğunu düşünüyorsunuz. Tate’nin salonlarında dolaşırken Agnes Martin ve Rothko’nun tablolarını hayal edebiliyor, Wellington sahillerinde uçan mavi balıkçılla göz göze geliyorsunuz. Powles böyle anlarda etkilendiği her şeyle sizi de etkileyebilme kabiliyetini gözler önüne seriyor.

Rüzgâr, ailemin denize nazır bahçesindeki Kowhai ağacının çiçek salkımlarını sallıyor. Düşen taçyapraklarıyla rüzgârın çırpmasıyla düşen limonlar ağacın etrafındaki çimenlerin üzerine yayılmış sarı ve altın renginin muhtelif tonlarından bir halı yaratmış sanki. Bahçenin bu köşesinde yoğun bir renk ve koku cümbüşü var.

Renkler, yiyecekler ve çiçekler onun hayatı ve gördüğü her şeyi anlatabilmek için kullandığı yegâne yöntemmiş gibi görüyor zaman zaman.

Defterimi çıkarıp gökyüzünde gördüğüm renkleri yazıyordum: Kan portakalı, koyu menekşe moru, çilekli dondurma pembesi, çingene pembesi.

Powles’un özenle kaleme aldığı unsurlardan bir diğeri de anlatımında bildiği dillerle kurduğu bağlantılar. Çin’de Hükümet Bursu ile öğrendiği Mandarin çok özünde hissettiği bir dil, onu alıp parçalara bölüyor ve anlamlar yüklüyor.

Bu iki karakter üzerinde çözümleme uğraşıyla biraz çalışıyorum. Kafamın içinde bu garip isimler bir tekerleme gibi dönüp duruyor. 不知火, parlak ateşli meyve, 丑橘, kara kış meyvesi. En iyi portakallar en soğuk kış mevsimlerinde yetişir.

Covid-19 esnasında Londra’da geçirdiği tecrit dönemi de denemelerinde yerini bulmuş. Bu dönemi çok ayrıntıları ile anlatmasa da o dönem hemen hemen hepimizin kafasında dönenen elindeki zamanı boşa harcamamak çabası ile nasıl bocaladığını okuyoruz. Sıfırdan tofu yapmasını öğrenip, büyükbabasının mesleği üzerine okumalar yaparken doğaya, denize ve balinalara yeniden dönüyoruz.

Aklımın bir köşesinde yazmak, bir şeyler yaratmak, elimdeki bu zamanı iyi değerlendirmek için yıpratıcı bir baskı hissediyorum. Fakat fiziksel olarak yorgun, sinirsel olarak da gevşemiş, laçka haldeyim.

Batı ve Uzak Doğu kültürleriyle büyümüş fakat iki kültür arasında sıkışıp kalmamayı başarmış genç bir kadının denemelerinden oluşan Küçük Su Kütleleri tüm bu yukarıda saydığım boyutları ve atladığım kısımları ile okunup taktir edilmeye layık bir kitap.