Hayvanlara bakıp kendimize yalan yanlış dersler çıkarmaya pek meraklıyız. Onlardan biri de çocukluğumuzda “siğil atar” diye dokunmaya korktuğumuz kurbağalar.

Geçen gün burada meşhur “kurbağa sendromu” meseline değinmiştim ya. Hani şu; kurbağa kaynar suya atılınca ani şokla kendini dışarı atar, suyu yavaş yavaş ısıtırsanız sıcaklığı fark etmez ve uyuşup ölür diyen. Sonra da “Toplumsal olayları açıklamada ne kadar yararlı olduğu bir yana, bu tümüyle uydurma ve bilimsel geçerliliği olmayan bir deney” diye eklemiştim.

İtiraf edeyim, zaman zaman kendim de kullandığım o meselin bilimsel temeli olmadığını epey geç öğrendim, “Saçmalamanıza kurbağayı alet etmeyin!” diyen biyolog oğlumdan.

Bilgiç bilgiç anlatmıştı: Amfibi hayvanlardan kurbağalar ve bütün sürüngenler soğukkanlı hayvanlar. Biz insanlar sıcak kanlı. Biz vücut ısımızı, dışarının ısısı ne olursa olsun 37°C civarında tutmak için titrer ya da terlerken, kurbağa bütün amfibi hayvanlar ve sürüngenler gibi yerel ortamın sıcaklığına uyar. “Kurbağa sendromu” hikayesinin kaynağı, 1897’de yazılan bir psikoloji kitabında referans verilen, “su yeterince yavaş ısıtılırsa canlı bir kurbağa hiç hareket etmeden kaynatılıp öldürüldü” diyen yine uydurma bir Alman araştırmasıdır. Bir kurbağayı ne kadar yavaş ısıtırsanız ısıtın 1-2 saat hareketsiz tutamazsınız. Bırakın 100°C’lik kaynar suyu, 82°C’ye atsanız hemen ölür. Yavaş ısıtılan bir kurbağa ise, ısı dayanamayacağı noktaya geldiğinde, eğer içinde olduğu kabın yüksekliği uygunsa atlar kaçar.

Ukala! Bir de “O siğil atma meselesi de fake!” demez mi.

Oğlum, ben de biliyorum doğru olmadığını” demiştim. “Ama ben hikâyeleri, mesellerden ders çıkarmayı seviyorum.

Yavaş yavaş ısıtarak kurbağayı uyuşturamayacağımızı, her kurbağanı ısı dayanılmaz olunca sıçrayacağını öğrenmek iyi oldu ama!

Bana ukalalık yaptı gibi hissettim ya; “Dinle bak” diyerek ben de ona hiç duymadığı kurbağa hikayeleri anlatmıştım. Sanırım yıllar önce bu köşede de yazdığım, İtalyan gazeteci Tiziano Terzani’nin hayatını anlattığı “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” kitabından öğrendiğim Hint meselleri…

Küçükken anlattığım hikayeleri dinler gibi dinlemişti sıpa:

Kup Manduk bir kuyu kurbağasıdır. Kendini bildi bileli başka hiç kimseyi görüp konuşamadan yaşar kuyusunda. Bir gün dışardan bir kurbağa düşer kuyuya. Kup Manduk yalnızlığından kurtulabilecek, yeni şeyler öğrenebilecektir. ‘Nereden geldin, kimsin?’ diye sorar diğer kurbağaya. ‘Okyanustan geldim’ diye yanıtlar yeni gelen. ‘O da ne ki?’ ‘Büyük’ der yeni kurbağa. Ayağıyla kuyunun içinde bir daire çizer Kup Manduk. ‘Bu kadar büyük mü?’ ‘Büyük, çok daha büyük...’ Daha büyük bir daire çizer Kup Manduk. ‘Bu kadar da büyük mü?’ ‘Çook, çok daha büyük.’ Bu kez kuyunun içini tümüyle dolduran en büyük daireyi çizer Kup Manduk. ‘Bu kadar mı büyük?’ ‘Çok daha büyük’ der yeni Kurbağa, ‘Çooook büyük.’ Yeni gelenin yüzüne bakar Kup Manduk ve ‘YALANCI’ diye bağırır, bir daha da hiç konuşmaz.

Bizimki “E, bundan nasıl bir toplumsal ders çıkardın?” deyince, keyifle “Onu da sen bul, bilimci!” diye ağzını kapatıp bir başka hikâyeye geçmiştim:

İki kurbağa süt kazanına düşmüş. Kazan epey yüksekmiş ve kurbağalar ne kadar sıçrarsa sıçrasınlar bir türlü dışarı çıkmayı beceremiyorlarmış. Biri pes etmiş sonunda, diğerine “Boşuna çabalama” deyip durmuş. Boğulmuş. Diğer kurbağa sıçramaya devam etmiş, durmaksızın. Bir süre sonra, sütün yüzünde tereyağı tabakasından bir adacık oluşmuş. Pes etmeyen kurbağa o adacığın üzerine çıkıp kurtulmuş.

Bu kez acıyıp o sormadan çıkarması gereken dersi ben tutuşturmuştum eline:

Durum ne kadar karamsar görünürse görünsün, pratikte iyimser olmalısın. Çabalamaya, sıçramaya devam etmelisin. Yeterince sıçrarsan, hiç kuşkun olmasın, üstünde oturabileceğin adacıkların olur!

Haydi sıçrayalım!