Saray rejimi, faşizmin yeni düzen koşullarında güncellenmesidir

Küresel ekonomi politik

MEHMET YEŞİLTEPE / mytepe1960@gmail.com

Kürselleşme, bir yanıyla da sömürünün ve zulmün yayılma boyutuyla ilintili bir tanımdır; emperyalist tekellerin hesaplarını dünya ölçeğinde yapması, rekabetin ve pazar kavgasının çap büyütmesi, tüm coğrafyalara yayılmasıdır. Bugün, kriz koşullarında gelinen aşama, sistemin küresel restorasyonu değil küresel operasyonudur.

Bilindiği gibi yeni sömürgecilik, kıtaların derinlemesine sömürüsüdür; şehirleşme, haberleşme ve ulaşımın geliştirilmesi, sermayenin ulaşılmamış yerlere ulaşma çabasıdır. Bir anlamda “başka neyi ve nereyi sömürebiliriz, başka ne yapabiliriz” arayışıdır. Bu arayış bitmez, çünkü sermayenin doyum noktası yoktur.

Bugün Ortadoğu’da sıcak savaş biçiminde yaşanan sürecin veya Pasifik’te Çin’i, dünya ölçeğinde ise BRICS’i kuşatmayı ihtiyaç haline getiren hesapların ardında da emperyalist odaklar arasında gerilim ve kapışma enstrümanlarını çeşitlendiren sürecin özünde de sermayenin azami kâr hırsı, dolaysıyla da doyumsuzluğu yani onun en temel sınıfsal niteliği yatıyor.

Çin’le karşılıklı kazanımdan kapışmaya

Sürecin ilk etabında Çin’in ucuz tüketim malları üretmesi ve bunu dünyaya yayması, gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen sınıfların emeğin maliyetini düşürebilmek için bir araç olarak görüldü. Söz konusu ucuz tüketim maddeleri, gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçilere sunularak onların çok daha ucuza ihtiyaçlarını karşılamasını, dolayısıyla da emek maliyetlerinin düşmesini beraberinde getirdi. Bu, her iki tarafın da kazanıyormuş gibi göründüğü bir süreçti. Özetle, bu süreçte BRICS olarak adlandırılan ülkelerde üretim hızlı bir şekilde arttı ve artan üretim, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işgücünün kontrolünde kullanıldı. Ayrıca Çin’in, dış ticaret fazlasını Amerikan Merkez Bankası’ndan tahvil alarak değerlendirmesi de ABD açısından sürecin artılarındandı.

2007-2008’lere gelindiğinde süreç, ABD vb. ülkelerin aleyhine sonuçlar doğurmaya başladı. Gelişmekte olan ülkelerin dünya pazarında ele geçirdikleri konum, giderek yeni bir sermaye birikimini, üretim araçlarının üretimini ve pazarda daha büyük bir alanın kontrolünü, dolayısıyla da dünya ölçeğinde özgün/bağımsız politikalar üretilmesini beraberinde getirdi. Bu artık, 2. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında oluşan dünya düzeninin sorgulanması ve farklı bir arayışın gündeme gelmesiydi. O sürecin IMF, DB, DTÖ gibi tayin edici kurumlarına alternatif yeni kurum ve işleyişlerin geliştirilmesi, dolar ve avro yerine ticarette başka paraların kullanımının gündeme gelmesi, rekabeti fiili çatışma veya kuşatarak etkisizleştirme noktasına taşıdı.

Yatırım ve ticaret anlaşmalarıyla rakibi etkisizleştirme

Bilindiği gibi Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluş amacında dünya ticaretinin serbestleştirilmesi de vardır. Bu uygulamayla beraber yaşanan eşitsiz değişimden en fazla yarar sağlayan emperyalist kapitalist sistemin başat aktörleri iken, son zamanlarda DTÖ toplantılarında başta ABD olmak üzere kimi ülkeler, dünya ticaretinin önündeki engellerin kaldırılması önerisine olumsuz cevap vermeye başladı. Çünkü ticarette artık ters yönde bir işleyiş gözleniyordu; serbestlik, rakip konumdaki ülkelerin elini güçlendiriyordu. Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrasında biçimlenen dünya düzeninin etkili aktörlerini, pazarlarını koruma arayışına yöneltti. İşte bu süreçte Transatlantik ve Trans Pasifik olarak bilinen ticaret ve yatırım antlaşmaları, bugüne dek başat rol oynayan ABD, AB gibi güçlerin söz konusu ihtiyaçları/arayışları bağlamında gündeme geldi.

Trans Pasifik Yatırım ve Ticaret Antlaşması, 10 Ekim Ankara katliamından 4 gün önce yani 6 Ekim’de Pasifik’e kıyısı bulunan ve aralarında ABD, Kanada, Japonya, Avustralya’nın olduğu 12 ülke tarafından imzalandı. Dünya ticaretinin yüzde 40’ını kontrol eden bu anlaşma ile bir taraftan özelde Çin’in genelde BRICS’in kuşatılması amaçlanırken, diğer taraftan henüz imzalanmamış da olsa Transatlantik antlaşmasıyla beraber yeni bir bloklaşma, işleyiş ve saflaşma öngörülmüştür. Başlangıçta gizli tutulan ama giderek açığa çıkan anlaşmaların içeriği, yeni bir dünya düzeni bağlamında sermaye-sermaye, emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmekte olduğunu gösteriyor.

Yeni bir düzen neden kaçınılmaz?

Emperyalist sistemin özellikle başat konumundaki ülkeleri, yeni dönemde bir açmazla karşı karşıya kaldı ve yukarıda belirttiğimiz gibi Pasifik-Atlantik antlaşmalarıyla kendi pazarını koruma noktasına geldi. Ancak daha önceleri bu pazara giren ucuz ürünlerle emek maliyeti bir ölçüde aşağı çekilebiliyorken, yeni süreçte, söz konusu ülkelerden gelen ucuz ürünlere pazarın kapatılması, bu avantajı dolayısıyla da rekabet şansını yitirmeyi beraberinde getirecektir. İşte tam da bu noktada gelişmiş kapitalist ülkelerde üretilecek ürünleri, BRICS vb. ülkelerdeki üretimlerle rekabet edebilir düzeye getirebilmek için, başta kendi ülkelerindeki emek maliyetinin aşağı çekilmesi olmak üzere, yeni/farklı düzenlemeler ihtiyaç haline geldi. Bu da yalnızca ücretlerin düşürülmesiyle kalınmayacağını, yaklaşık 150 yıllık emek mücadelesinin ürünü olan hakların bir bütün halinde, gasp edilmek üzere boy hedefi yapılacağını gösteriyor.

Bu mevcut veriler ışığında Transatlantik-Trans Pasifik ortaklıklarının, taraf ülkelerin kendi sahalarının gümrük duvarlarıyla, tercihli ticaret anlaşmalarıyla korunmasından ibaret olmadığını söyleyebiliriz. Bir taraftan anlaşma dışında kalan ülkelerin ortaklık yapan ülkelere ihracat yapması engellenirken, diğer taraftan emeğin bilinen biçimleriyle en ucuza getirilmesi hedeflenmektedir. Dışa karşı duvar, kendi içinde ise yeniden düzenleme adımını içeren bu süreçte emeğin hemen tüm kazanımlarını sıfırlayan yeni bir düzen, sermaye güçleri açısından kaçınılmaz hale geliyor. Fransa’da Paris saldırısı sonrasında ilan edilen 3 aylık OHAL’in ikinci kez uzatılıyor olmasını da Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleşen fiili saldırıları da veya kölelik yasasından sonra şimdi Elektrik Piyasası Kanunu’nun gündemde olmasını da bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Saray rejimi, yeni dünya düzeninden bağımsız değil

Bilinir ki serbest oya dayalı seçimlerin olduğu koşullarda halkın talepleri, çeşitli biçim ve oranlarda parlamentoya yansır. Tam da bu nedenle, bir seçim sistemi ne kadar biçimsel, dolayısıyla da tabanı temsil etmekten yani oy veren kitlenin taleplerinden ne kadar bağımsız olursa, egemen sınıflar parlamento içerisinde kendi taleplerini o kadar kolay dayatabilirler. İşte tam da bu bağlamda, yeni bir düzenin tesisi koşullarında parlamento (ve seçimler) tümüyle işlevsiz kılınmakta, kararların tek elden alındığı ve gecikmesiz-engelsiz biçimde uygulandığı bir rejime geçiş yapılmaktadır. Böyle bir rejimde Erdoğan, “yalnız” değil, arkasına TÜSİAD dahil sermaye güçlerini almış, danışmanlar-uzmanlar eşliğinde tek karar vericidir.

Saray rejimi, faşizmin yeni düzen koşullarında güncellenmesidir. Bu rejimde; toplumun, başında Nurettin Yıldız gibi siyasal İslam kadrolarının olduğu “Sosyal Doku Vakfı”, Ensar vb. örgütlenmelerle yeniden biçimlendirilmesi ile zor aygıtlarının tahkimi birbirini tamamlamaktadır. Bu, yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonudur.