Google Play Store
App Store

İklim kriziyle beraber dünya nüfusunun dörtte biri susuzluk yaşıyor ve su neoliberal politikalarla ticarileştiriliyor. Rantçı anlayışın hâkim olduğu Türkiye’de de kamu mülkünde olması gereken su özelleştiriliyor.

Küresel iklim değişikliği ve su savaşları üzerine: Doğanın sömürüsü
Fotoğraf: Freepik

Eyüp MUHCU

Dünyamız nüfus artışı, göç, kentleşme, salgın hastalıklar, hava kirliliği, küresel ısınma, iklim değişikliği, düzensiz yerleşme, deprem, sel, kuraklık, çölleşme, susuzluk ve yangın gibi kitlesel tehditlerle karşı karşıya bulunuyor. Sanayi Devrimi’nin ardından insanların kentlerde toplanmaya başlamasıyla salgın hastalıklar ve afetlerde artışlar olduğu, dünyayı etkileyen büyük salgınlar gerçekleştiği biliniyor. Günümüzde bilimsel şehircilik ve planlama ilkelerine dayanmayan kontrolsüz kentleşme süreçleri ve nüfusun kentsel alanlarda aşırı yoğunlaşması; kentlerin olası küresel tehditlere, salgınlara, afetlere ve hızlı değişimlere karşı mücadele gücünün azalmasına ve daha savunmasız hale gelmesine ortam hazırlıyor.

Dünya Sağlık Örgütü'ne göre 2,2 milyar insanın güvenli içme suyuna erişimi olmadığı, 4,2 milyar insanın ise yeterli sanitasyona sahip olmadığı tahmin ediliyor. Dünya nüfusunun dörtte biri su sorunu ile karşı karşıya olan ülkelerde yaşamakta. İklim değişikliği nedeniyle sel ve kuraklıklar daha sık ve şiddetli hale geliyor.

KAPİTALİZMİN SU SAVAŞLARI

Ortadoğu, dünyanın en az su güvenliğine sahip bölgesi. Bölge gelecekte suyla ilgili olağanüstü zorluklarla karşı karşıya kalacak. Su arzının talebi karşılamaması ve su kıtlığının derinleşmesi bölgedeki siyasal ve ekonomik istikrarsızlıkları tetiklemekte ve çatışmaların artarak devam etmesine neden oluyor.

Tarihte savaşların bir nedeni de suya erişim oldu. 4500 yıl önce Sümer devletleri Lagash ve Umma arasında sulamada kullanılacak suların paylaşımı konusunda çıkmıştır. Kapitalizmin egemen olması ile birlikte su savaşlarında artış olmuş. Son yüzyılda Nil, Ürdün, Ganj ve Parana ırmaklarının paylaşımı sorunu nedeniyle komşu ülkeler savaşmışlardır. Ruanda’da 1990’li yıllarda su kaynakları üzerindeki gerilimlerin de etkisiyle yaşanan iç savaş 1994 yılında 800 bin insanın yaşamını kaybetmesi ve soykırımla sonuçlandı.

Küresel kapitalizm gelinen aşamada suyu bir tehdit ve silah olarak kullanmaya başlamış; Ülkeleri birbirine düşürüp hegemonyasını geliştirmek istiyor. Ortadoğu’da ABD destekli İsrail tarafından yürütülen katliam, savaş ve işgal sürecini bu bağlamdan ayrı düşünmek olası değil. Benzer şekilde Ukrayna savaşını, küresel ısınma ve iklim değişikliğine bağlı olarak buzulların erimeye başladığı Kuzey Kutbuna ve Sibirya bölgesine yönelik ABD ile Rusya arasında sürdürülen rekabetten ayrı olarak değerlendirme olanağı da yok.

Orta Asya’da 4’üncü yüzyılda uzun ve şiddetli süren kuraklığa bağlı olarak topluluklar batıya, doğuya ve kuzeye göç etmişlerdi. Benzer şekilde ve daha büyük ölçekte küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle gelecekte, Dünyanın güneyindeki kurak bölgelerde kuzeye yönelik göç hareketlerinin artacağı tahmin edilmektedir. Kuzeye giden toplulukların yerel toplumlarla çatışması ve savaşlar gündeme gelebilir.

Küresel kapitalizm, Ortadoğu’da yeraltı kaynaklarını paylaşmak için her türlü yönteme ve eyleme başvurmaktadır. Bölgemizde yaşam suyu olarak nitelenen Dicle ve Fırat ırmakları kendi amaçları doğrultusunda savaş için kullanılmakta. Bu nedenle suya erişilebilirliğin sağlanması ve yaşanan çatışmaların önlenmesi için Birleşmiş Milletler çalışmalar yürütüyor. Su forumları, konferanslar şeklinde yürütülen bu çalışmalarda Su Yönetimi önemli bir yer alıyor.

SUYUN TİCARİLEŞMESİ

Su, insan ve bütün canlılar için bir hak. Ve bu haktan yoksun bırakılmamaları gerek. İnsan ve doğa sömürüsüne dayanan neoliberal sistem, çevre kirliliğine ve sağlıksız yaşam çevreleri oluşmasına neden olmakta ve suyun ticarileşmesini benimsemektedir.

Ülkemizde 1980 sonrasında asıl olarak suyun ticarileşmeye başladığını görmekteyiz. İçme suyunun satılması, su kaynaklarının özelleştirilmesi, Manavgat Suyunun İsrail’e pazarlanması bu sürecin yansımalarıdır.

KONTROLSÜZ KENTLEŞME

Ortadoğu’da nüfusun hızla artması ve kentsel alanlarda yoğunlaşması su kıtlığının çatışmaya yol açma potansiyelini artırıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da nüfus artışı yılda %2 ile dünyanın geri kalan bölgelerinden oldukça yüksek. 2050'de bölgede 400 milyona yakın insanın şehirlerde yaşaması bekleniyor. Artan kentsel nüfus yoğunluğu su kaynakları üzerinde özel bir baskıya neden oluyor. Bu tablo Türkiye için de büyük ölçüde geçerli.

“Arazi ve imar rantı” üzerinden ve kontrolsüz büyüyen kentler doğa değerlerini ve su kaynaklarını tüketirken yurttaşların yeterli, temiz ve bedelsiz suya erişimi olanaksız hale geldi. Özellikle metropollerdeki yoğun ve sağlıksız yapılaşma nedeniyle kentler kuraklık ve susuzluk dahil her türlü afet risklerine açık hale gelmekte.

Türkiye’de yıllık ortalama nüfus artışı yüzde 1.2 civarındayken; yaklaşık 20 milyon insanın yaşadığı İstanbul’un su havzalarında nüfus artışının yüzde 20’lere çıkması suya erişim ve gelecek bakımından endişe vericidir. Kentlerdeki hızlı nüfus artışının olumsuz etkisi, küresel alanda ortaya çıkan tehditlerle (küresel ısınma, doğal afetler, ekonomik kriz vs.) birlikte düşünüldüğünde, kent üzerinde yürütülen çalışmaların ve politikaların önemli ölçüde yenilenmesi ve geliştirilmesi gerektiği gündeme geliyor.

Ülkemiz sanıldığı gibi su zengini bir ülke değil. Su politikasının olmaması ve imar rantını hedeflemeleri, hatalı yatırım kararları vb nedenlerle, kentler ve tarımsal alanların su gereksinimleri karşılanamaz hale geldi. İçme suyu hemen hemen tamamen ticarileşti. Belediyelerin sağladığı kullanma suyu hem yetersiz hem de çok yüksek bir bedelle halka sunulabiliyor.

Devletin ve Yerel yönetimlerin “yağmur duasına” çıkmaları, kamucu anlayıştan ve bilimden ne kadar uzaklaşılması ve siyasal düzeyi yansıtması bakımından tipik örneklerden biri.

Türkiye Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü,) Eski adı ile Elektrik İşleri Etüt İdare Genel Müdürlüğü) tarafından Türkiye coğrafyası 26 adet büyük ölçekli hidrolojik havzadan oluşuyor. Yıllık su akışı 186 milyar metreküp olup bunun yaklaşık 1/3’ünü Dicle ve Fırat teşkil ediyor.

Dicle ve Fırat havzaları akışkanlık ve suyun bölge ülkeleri ile paylaşılması bakımından stratejik öneme sahiptir. Bölge ülkeleri arasında bu nedenle zaman zaman su kaynaklı gerilimler çıkıyor.

KRİZ SİSTEMİN KENDİSİNDE

Küresel kapitalizm ve bağlı olarak; su politikaları, kentleşme ve ekonomik kalkınma koşullarında; su kaynaklarının korunması, adil kullanımı, suya erişim hakkı, insan ve toplumların sağlıklı ve güvenli çevrede yaşama hakkının sağlanması olanaksız hale geldi.

“Otoriter ve rantçı” bir anlayışla yönetilen Türkiye bu koşulları pek çok ülkeden daha ağır ve kuralsız bir şekilde yaşamakta. Sorumluluk, “iklim krizi, ekolojik kriz, su krizi” vb söylemlerle doğaya ve iklim koşullarına havale ediliyor.

Oysa kriz doğada değil, sistemin kendisinde. Bir başka ifade ile; doğayı sömüren kapitalist sistemde ve yönetim anlayışları krizlere ve sorunlara yol açıyor. Zira doğa kendi döngüsü içinde varlığını sürdürmeye devam ediyor.

∗∗

TÜRKİYE’DE SU POLİTİKASI VAR MI?

Su politikalarının esasını oluşturan; Gelir dağılımının düzeltilmesi, İstihdam olanaklarının geliştirilmesi, Gıda ve enerji güvenliğinin temini, Ekonomik bireye katkı sağlanması, Sağlıklı bir çevre yaratılması, Eko sistemin korunması yönünde adımlar atılmaması, tersine bu konularda var olan sorunları daha da büyüten kararlar alınması “Su Politikası” olmadığının açık göstergeleri. Su yönetimi ise; Suyu bir insan hakkı olarak gören bir anlayış yerine, suyu ticari bir mal olarak gören piyasacı yaklaşımla sürdürülmekte. Suyun mülkiyeti ve işletmesi ile beraber kamunun mülkiyetinde olması gerekirken; özelleştirmelerle bu durum büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı 22 Nisan 2016'da New York’ta 175 ülke ile imzaladı. İklim değişikliğine neden olan koşullara odaklanmayan yönetimler söylemlerle durumdan yararlanmayı tercih etti.

1. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adına “İklim Değişikliği” eklendi.

2. Anlaşma çerçevesinde 10 milyar USD yardım alınması hedeflendi.

3. Anlaşmaya aykırı sürdürülen ve iklim değişikliğine kaynaklık eden yatırım ve kentleşme karar ve uygulamaları 15 Temmuz 2016 sonrası artarak devam etti.