Google Play Store
App Store

Küresel Güney, bugün yalnızca neoliberalizmin yıkıcı etkilerini en derinden hisseden bölge değil. Aynı zamanda iklim, borç, gıda, barınma ve yoksulluk krizleri karşısında, düzeni sorgulayan tartışmaların, alternatif arayışların ve yeni bir toplumsal tahayyülün filizlendiği bir politik birikimin de taşıyıcısı.

Son dönemde Trump’ın yeniden seçilme süreciyle birlikte artan küresel baskılar, bilinen gerçekleri güncelleyerek, düzenin sınırlarını da görünür kılan bir tartışma düzlemini yeniden harekete geçirmiş görünüyor. Hindistanlı ekonomist Prabhat Patnaik ve tarihçi-yazar Vijay Prashad’ın geçtiğimiz haftalardaki kimi yazıları, bu çerçevede üzerine düşünmeye değer katkılar sunuyor. Patnaik, küresel krize ekonomi politik bir yanıt geliştirmenin yollarını tartışırken; Prashad, bu yanıtı mümkün kılacak bir atmosferin yeniden belirdiğine işaret ediyor. Bu analizlerin toplandığı ve pratik çözümler tartışıldığı bir diğer önemli zemin ise, Brezilya’nın Sao Paulo kentinde Nisan ayında düzenlenen Dilemmas of Humanity (İnsanlığın İkilemleri) Konferansı oldu.

Patnaik, People’s Democracy gazetesinde yayımlanan yazısında (How Countries Like India Should Not Respond to Trump’s Tariffs, 20 Nisan), ABD’nin –Trump döneminde daha da sertleşen– ticari saldırganlığına karşı Hindistan gibi ülkelerin nasıl tepki vermemesi gerektiğini tartışıyor. Ona göre, neoliberal politikaları reddetmek kadar halkın çıkarlarını gözeten bir yeniden yapılanma, dirijist (genel çıkarlara dayalı kamucu planlama eksenli) bir ekonomi politikası da gerekli.

∗∗∗

Patnaik’in çerçevesinde tarım, bu yeniden yapılanmanın en öncelikli alanlarından biri. Zira neoliberalizm Hindistan’da ve benzeri birçok ülkede, tarımı yaşama destek olan bir alan olmaktan çıkarırken yoksulluğun kaynağına dönüştürdü. Bu yüzden tarım, genel çıkarlara dayalı yeni bir ekonomik modelin hem toplumsal meşruiyet hem de somut iyileşme açısından kritik halkalarından biri olarak ele alınıyor. Bu çerçeve egemenliği de üretim ilişkileri düzleminde de yeniden inşa edilmesi gereken bir süreç olarak kavramsallaştırıyor.

Prashad ise gözlemlediği ve buna benzer bir arayışın aynı zamanda bir kolektif ruh haline yaslandığını ileri sürüyor. Monthly Review’da yayımlanan "Yeni bir Bandung ruhunu beklerken" başlıklı yazısında 1955 Bandung Konferansı’ndan ilhamla bugün Küresel Güney’de yeniden filizlenen bir atmosferden söz ediyor. 1980’lerden itibaren darbeler, borç krizleri ve emperyalist müdahaleler yoluyla bastırılan bu anti-sömürgeci iradenin yeniden kendini göstermeye başladığını gözlemliyor. Elbette yeniden bir "Bandung ruhu"ndan söz edebilmek için, alternatif bir dünyayı, toplumsal pratikler ve politik programlar aracılığıyla kurmak da gerekir.

Bu çerçevede analizlerin maddi zemine taşındığı önemli bir buluşma olarak Nisan’da Sao Paulo’da düzenlenen "Dilemmas of Humanity" (İnsanlığın İkilemleri) Konferansı’na bakılabilir. Yetmişten fazla sosyal harekete, iktisatçıya ve entelektüele ev sahipliği yapan konferans yalnızca mevcut krizleri tartışmakla kalmadı; bunlara alternatif kolektif stratejiler geliştirme arayışını da merkeze aldı: Bölgesel finans yapıları kurmak, sermaye hareketlerini kamu yararı doğrultusunda denetlemek, üretimi yeniden kamusal çıkarlar ekseninde örgütlemek ve çok kutuplu, dayanışmacı işbirlikleri tesis etmek gibi.

∗∗∗

Bugün dünyamız açlık, eşitsizlik, iklim felaketleri, zorunlu göç ve savaş gibi çoklu krizlerin kuşatması altındayken bu krizlerin ardında yer alan BM, IMF ve Dünya Bankası gibi yapıları hedef alan radikal bir kopuş ihtiyacı aciliyet kazanıyor. Böylesi bir kopuşun halk egemenliğini temel alan yeni bir kalkınma programının inşasıyla mümkün olduğu fikri de toplumsallaşma fırsatı yakalıyor. Tüm bu gözlemler önümüzdeki dönemin mücadele eksenlerine de işaret ediyor.

Türkiye’den bakınca da bu çerçevenin aciliyeti yadsınamaz. Tarım politikaları örneğinde olduğu gibi: Bugün gıda fiyatlarındaki artışın aynı zamanda tarımın küresel piyasalara bağımlı hale getirilmesinin doğrudan bir sonucu olduğunu biliyoruz. Üretici örgütlerinin zayıflatılması, kooperatiflerin tasfiyesi ve kamusal desteklerin tasfiye edilmesi de cabası. IMF dayatmaları, Dünya Bankası’nın özelleştirme ve piyasalaştırma reçeteleri, kırsal alanı üretimden kopardı. Tarım şirketlerin ve ithalat lobilerinin çıkarlarına terk edilirken, üreticiler borç batağında yalnızlaştırıldı. Bu borçlanmanın yarattığı kısır döngü, kır emekçilerinin kendi ayakları üzerinde durmasının nasıl sistemli şekilde engellendiğini gösteriyor.

Bütün bu deneyimler, yalnızca geçmişin bir muhasebesi olarak değil, bugünün politik programını kurmak için de değerlendirilmeyi bekliyor.