Küreselleşmeye sistem içi eleştirileriyle bilinen, Türkiye kökenli iktisatçı Dani Rodrik, Küresel Finansal Kriz’den başlayarak deglobalizasyon sürecinin başladığını, dış ticaretin canlılığını yitirdiğini, küresel değer zincirlerinin genişlemesinin durduğunu dile getiriyor.

Küreselleşme tartışması yeniden
Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ardından Batı’da yine IMF tartışmaları başladı. (Fotoğraf: TRT)

Ukrayna savaşı ile birlikte dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılması üzerine bir tartışma başladı. The Economist dergisi 18 Haziran tarihinde küreselleşmenin yeniden keşfi (reinventing globalisation) başlığıyla çıktı. Ancak deglobalizasyon, yani küreselleşmenin tersine çevrilmesi sloganı sürece damgasını vurdu.


Kapitalizmin akil insanlarından, Financial Times’ın baş ekonomi editörü Martin Wolf 16 Mart’ta, “aralarında derin yarıklar bulunan iki blokun ortaya çıkması küreselleşmenin tersine çevrilmesi sürecini hızlandırıyor ve iş âleminin çıkarlarını jeopolitiğe kurban ediyor” yorumuyla tartışmaya katıldı.

İsterseniz yazıya 80’lerle birlikte gözde bir kavram haline gelen küreselleşmenin kısa tanımı ve tarihsel gelişimiyle başlayalım. Öncelikle burada kapitalist bir küreselleşmenin söz konusu olduğunu, küresel sermayenin talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir tasarımı masaya yatırdığımızı hatırlatalım.

Neoliberalizm Küreselleşme Finansallaşma

Filipinli akademisyen ve aktivist Walden Bello, 1945’ten 1975’e kadar süren Çağdaş Kapitalizmin Altın Çağı’nın sona ermesiyle düşük büyüme ve yüksek enflasyonun birlikte ortaya çıktığı stagflasyon olgusu karşısında sermayenin üç kaçış yoluna başvurduğu saptamasını yapıyor: neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma.

Neoliberalizmde devlet sermayenin önünde ayak bağı olmaktan çıkacak, gelirin yoksul ve orta sınıflardan zenginlere doğru aktarılmasıyla, zenginler yatırım yapmak ve ekonomik büyümeyi yeniden ateşlemek için motivasyon kazanacaktı. Bu kurgu, sermayeyi destekleyen arz yönlü ekonomi politikaları uygulanırken, “zenginde pişer fakire de düşer” yollu bir yaklaşımla zenginleşmenin aşağı doğru yayılacağı, yoksulların da yüzünün güleceği vaadiyle meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.

Filipinli akademisyen Walden Bello, 1945’ten 1975’e kadar süren Çağdaş Kapitalizmin Altın Çağı’nın sona ermesiyle düşük büyüme ve yüksek enflasyonun birlikte ortaya çıktığı stagflasyon olgusu karşısında sermayenin üç kaçış yoluna başvurduğu saptamasını yapıyor: neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma.Filipinli akademisyen Walden Bello, 1945’ten 1975’e kadar süren Çağdaş Kapitalizmin Altın Çağı’nın sona ermesiyle düşük büyüme ve yüksek enflasyonun birlikte ortaya çıktığı stagflasyon olgusu karşısında sermayenin üç kaçış yoluna başvurduğu saptamasını yapıyor: neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma.



Küreselleşme ise, yarı-kapitalist, kapitalist olmayan ve kapitalizm öncesi mekânların küresel piyasa ekonomisine hızla entegrasyonuydu. Bu bütünleşme ticaretin liberalizasyonu; küresel sermayenin hem banka borçları hem portföy yatırımları yoluyla akışkanlığının sağlanması; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının önündeki engellerin kaldırılmasıyla başarılacaktı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Comecon ekonomik bölgesindeki ülkelerin birbirinin peşi sıra, küresel sermayenin tahakkümüne girmesi sonrası, 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinin gerçekleşmesi küreselleşmeye eşik atlattı.

Gelgelelim neoliberal yeniden yapılanma ve küreselleşmenin aşırı üretim sorununa getirdikleri sınırlı çözüm, küresel sermaye açısından finansallaşmayı gerekli kıldı. Kredi kartları ve tüketici kredileri, özellikle bozulan gelir dağılımı sonucu güçsüz düşen orta ve orta-altı sınıflara gelirlerinin üzerinde bir harcama yapma, dolayısıyla etkin talep yaratma olanağı tanımıştı. İkincisi, borsaların yükselmesi ve emlak fiyatlarının hızla katlanması, insanlarda “refah etkisi” olarak adlandırılan, “durduğum yerde zenginleşiyorum” yanılsaması yaratmış, onların tüketim cesaretini körüklemişti. Böylelikle finans sektörü, yaratılmış değerden kâr sızdırma misyonunu başarmış oldu.

2007-2008 Küresel Finansal Krizi doludizgin küreselleşme furyasının darbe yediği bir eşik noktası kabul edilebilir. ABD emlak piyasasından başlayıp, tüm dünyayı etkileyen kriz, kapitalist küreselleşmenin inandırıcılığını azalttı, herkesin yelkeninin şişeceği, herkesin yüzünün güleceği yolundaki ideolojik hegemonyasını da sarstı.

Tarihsel Bir Özet

Aslında kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelmesiyle, mal ticaretinin ve sermaye akımlarının hızlanıp, sonra geri çekildiği dönemler önceden de yaşanmıştı. Marksist iktisatçı Michael Roberts, 1850-70 dönemini, Britanya’nın hegemonyası altında Amerikan iç savaşı sonrasında böyle bir kavşak olarak tanımlıyor. 1870-90 arası depresyon bu döneme nokta koyar. Britanya’nın hegemonyasının sarsılması, başta Almanya yeni kapitalist güçlerin yükselmesiyle 1890 ile Birinci Dünya Savaşı arası dönem yeni bir sıçramayı simgeler. Sonra savaşlar ve Büyük Depresyon’la küreselleşme süreci yeniden kesintiye uğrar. Devamında, belirttiğimiz gibi 1945 sonrası ABD hegemonyasının tesisiyle, Bretton Woods anlaşması çerçevesinde yeni bir genişleme dönemine adım atılır.

Küreselleşme Duraklıyor

IMF küreselleşmenin derinliğini 4 eksende ölçüyor: Dış ticaret akışları, sermaye hareketleri ve doğrudan yatırımlar, göç hareketleri ve bilginin yayılımı. 2007-2008 krizinden sonra özellikle ticaret ve sermaye hareketlerinde ivme kaybı açık bir biçimde görülüyor. Bu yavaşlama olgusunu The Economist dergisi “slowbalisation” terimiyle popülerleştirdi. Kapitalist küreselleşmenin gelir ve servet dağılımını giderek bozduğu, toplumun kayda değer bir kesiminin bu süreçlerden zarar gördüğü hemen herkesçe kabul ediliyor.

Küreselleşmeye sistem içi eleştirileriyle bilinen, Türkiye kökenli iktisatçı Dani Rodrik, Küresel Finansal Kriz’den başlayarak deglobalizasyon sürecinin başladığını, dış ticaretin canlılığını yitirdiğini, küresel değer zincirlerinin genişlemesinin durduğunu dile getiriyor. Rodrik’e göre, birinci etmen ülkeler zenginleştikçe talebin mallardan hizmetlere kayması olgusunun Çin’de de gözlenmesi, ülkenin ithalat + ihracat dış ticaretinin GSYH’ye oranının 10-15 puan düşmesi. İkincisi de, küresel değer zincirlerinin Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu Asya olmak üzere 3 blokta bölgeselleşme eğilim göstermesi.

Rodrik bu bölgeselleşme eğilimine karşın dünyanın çok entegre olduğunu, Ukrayna savaşı ve ABD-Çin gerginliğine rağmen küresel bir kopuş yaşanmayacağını düşünüyor. DTÖ, IMF ve OECD gibi kurumlar öncülüğünde uluslararası bankalar, çokuluslu şirketler, yüksek becerili profesyoneller gibi güçlü aktörlerin çıkarları doğrultusunda bir küreselleşme yaşandığını söylüyor. Emek hakları, sera gazı salınımları, küresel sağlık sorunları gibi temaların ihmal edildiğini; düşük gelirli ülkeler, daha az becerili işçiler, alt ve orta sınıfların bu sürecin kaybedenleri olduğunun altını çiziyor.

Hiper globalizasyondan uzaklaşmanın bu aksaklıkların giderilmesi anlamına gelmeyeceğini, ekonomik milliyetçilik ve jeopolitik önceliklerin daha çirkin bir dünyanın kapısını aralayabileceğini vurguluyor. Teknolojik gelişmelerin sağladığı olanakların daha adil yayılmasının, her emekçinin üretim sürecine aktif katılımını sağlayacak adımların atılmasının sosyal programlardan ve nakit transferlerinden daha etkili olacağı görüşünü savunuyor.

Küreselleşme Emperyalizmin Öteki Adı

Michael Roberts, Marksist kurama göre küreselleşmenin emperyalizmin genişlemesine ana akım tarafından yakıştırılan kelime olduğunu hatırlatıyor. 21’inci yüzyılda emperyalizmin egemenliğini koruduğunu, karlılık mücadelesinde işbirliğinin yerine çatışma ve bölünmenin geçebileceğini söylüyor. Çok taraflılığın ve küresel işbirliğini geliştirerek, yavaşça azalan gümrük tarifeleri ve mali canlandırma hamleleri ile kapitalizmi restore etmeyi öneren Keynesçi çözümün de gerçekçi olmadığını öne sürüyor. Çünkü bu tasarımın zamanında ABD kapitalizminin öncülüğünde uygulandığını, bugünün sorununun ABD’nin hegemonyasının sallanması olduğunu vurguluyor. Kârlılık krizinin Marx’ın söylediği gibi kardeşçe değil, düşmanca çözümlenebileceği bir döneme girdiğimizi düşünüyor.

Tedarik Zincirlerinin Yeniden Yapılanması

Küreselleşme konusunda en canlı tartışma küresel tedarik zincirlerinin tekrar yapılanması üzerine. Üretimin farklı aşamalarının değişik coğrafyalarda yapıldığı model yerine üretimin ülke içinde gerçekleştirilmesi, o olmazsa dost ülkelere (friendshoring) veya yakın bölgelere (nearshoring) kaydırılması önerileri gündemde. Bunun verimliliği düşürmesi, maliyetleri artırması kaygıları ön plana çıkıyor.

Cambridge Bölgeler, Ekonomi ve Toplum dergisi Mayıs 2022 sayısını (Cambridge Journal of Regions, Economy and Society) üretim ağlarının ve değer zincirlerinin yeniden yapılanması konusuna ayırdı. Editöryel sunuşta, David Harvey ve Doreen Massey’in dikkat çektiği kapitalizmin kendi sistemik kriz eğiliminin yanısıra, küresel üretimin yeni biçimleri tartışmasına dört etmenin hız kazandırdığını belirtiyor.

Birincisi, Brexit, ABD-Çin ticaret savaşları, DTÖ’nün etkisizleşmesiyle kendini gösteren, Rusya-Ukrayna savaşıyla ivme kazanan jeopolitik gerilimler ve ticaret savaşları. İkincisi, küresel iklim değişikliğine karşı alınan ve alınması düşünülen önlemler. Üçüncüsü, teknolojik gelişmelerin küresel üretim faaliyetlerine yansıması. Dördüncüsü ise, Covid-19 krizinin açığa çıkardığı kırılganlıkların küresel değer zincirlerinin yerine yerel veya bölgeselleştirilmiş seçenekler ikame edilebilir me tartışmasını alevlendirmesi.

IMF Yeniden mi?

IMF Baş Ekonomisti Pierre-Oliver Gourinchas da Finance and Development dergisinin Haziran sayısında bu tartışmaya katıldı. Rusya – Ukrayna savaşının emtia fiyatlarını artırması, dış ticareti kesintiye uğratması ve finansal koşulların sıkılaşmasını bir depreme benzetti. Küresel ekonominin farklı ideolojileri, politik sistemleri, teknoloji standartlarını, ödeme ve ticaret sistemleri ile birbirinden kopuk ekonomik bloklara ayırabileceği kaygısını dile getirdi.

Gourinchas’a göre ABD hegemonyası sürse de, doların mevcut konumunu koruması, bir geçisin gündeme gelmemesi düşünülemez. İşte burada tüm politik ve jeopolitik engellere karşın IMF’ye bir kurumsal yapı olarak daha fazla rol ve sorumluluk düşüyor. Hem daha fazla finansal yardım hem de ekonomi politikalarında uzmanlığını ortaya koymak anlamında daha etkin bir IMF’ye gereksinim var.

Dünya halklarının Washington Uzlaşması diye adlandırılan neoliberal reçeteler çerçevesinde IMF politikalarından çok ağzı yandı. O nedenle böyle bir öneriye sıcak bakmak haliyle olanaksız. ABD-AB merkezli odaklar sorunu otokrasilere karşı demokrasiler şeklinde ortaya koyuyor. Halbuki bizler ortada emperyalist çıkarlar için bir çatışma olduğunu görüyor ve biliyoruz. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınadığımız gibi; NATO’nun da ateşe körükle gittiğini, bu gerginliğin çatışmaya dönüşmesi için gayret sarfettiğini, bunu daha fazla silahlanma ve yayılma için fırsat bildiğini dile getirmekten çekinmiyoruz. Küreselleşmenin olduğu gibi devam etmesi de Soğuk Savaş benzeri birbirinden yalıtılmış ekonomik blokların ortaya çıkması da çözüm değil. O nedenle farklı bir dünya tasarımını konuşmak, alternatif modelleri geliştirmek, tartışmak zorunda olduğumuzun farkındayız.

Deglobalizasyona Soldan Bakış

Madem tartışma deglobalizasyon kavramı etrafında yoğunlaşıyor, bu kavramı ilk ortaya atan Walden Bello’nun önerilerini hatırlayarak yazımızı sonlandırabiliriz.

Bello 2013 tarihli “Kapitalizmin Son Çırpınışı” başlıklı çalışmasında deglobalizasyonun 14 temel ilkesini şöyle sıralıyordu:

Ekonominin ağırlık merkezi ihracat pazarlarından iç pazara kaydırılmalıdır.

Üretimin mümkün olan en küçük birimlerle, birimin gereksinimlerine göre belirlenmesi ve gerçekleştirilmesi teşvik edilmelidir.

Kotalar ve gümrük tarifeleriyle ticaret politikaları, yerel ekonomiyi büyük şirketlerin sübvansiyonlarla aşağı çekilmiş fiyatlarına karşı korumalıdır.

Sanayi politikaları imalat sanayini yeniden canlandırmak ve güçlendirmek için kullanılmalıdır.

Uzun süredir ertelenen adil gelir ve arazi dağılımı önlemleri uygulanmalıdır.

Büyümeyi öncelemek yerine yaşam kalitesinin artırılması ve adaletin konmasının vurgulanması ekolojik dengesizlikleri de azaltacaktır.

Enerji ve ulaşım, yenilebilir kaynaklara dayanan merkeziyetçi olmayan sistemlere dönüşmelidir.

Ülkenin taşıma kapasitesi ve nüfusu arasında sağlıklı bir denge gözetilmelidir.

Çevre dostu teknolojiler geliştirilmeli, tarım ve sanayide yaygınlaştırılmalıdır.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmek için toplumsal cinsiyet merceği tüm ekonomik kararlara uygulanmalıdır.

Stratejik ekonomik kararlar piyasalara ve teknokratlara bırakılmamalıdır. Temel kararlar demokratik tartışma sonucu ve tercihler doğrultusunda alınmalıdır.

Sivil toplum kurumsal biçimde özel sektör ve devleti izleyebilmeli ve denetleyebilmelidir.

Mülkiyet yapısı çok uluslu şirketleri dışlayarak yerel kooperatifler, özel girişimler ve devlet işletmeleri arasında “karma ekonomiye” göre şekillendirilmelidir.
Kapitalist mantık aşılarak, serbest ticaret ve sermaye akışkanlığına dayalı IMF-DB gibi küresel kuruluşlar yerine işbirliği temelinde bölgesel kurumlar geliştirilmelidir.

Doğaldır ki, Bello’nun ortaya koyduğu program tartışmaya açıktır. Zaten kendisi, 2019`daki Deglobalizasyonu Tekrar Ele Almak ve Tekrar Kazanmak başlıklı çalışmasında, aradan geçen zamanda deglobalizasyon fikrinin sağ kesim, özellikle faşist-sağ popülist hareketler tarafından ele geçirildiğini ifade ediyor. Başta Fransa’da Marine Le Pen hareketi gelmek üzere kamucu, sosyal içerikli ilerici politikaların ırk, etnik köken, ulus ve kültürel farklılık eksenlerinde belli kesimleri marjinalize etmek için kullanılmasından dert yanıyor.

Programa yönelik yerel ekonomiyi uluslararası ekonomiden koparmak, kalkınma hedefine bir alternatif geliştirmek yerine bu kavram a takılı kalmak, iklim değişikliğinin aciliyetini kavrayamamak, gıda yeterliği ve gıda egemenliğine yeterince vurgu yapmamak, toplumsal cinsiyet konularına hak ettiği ölçüde eğilmemek, ekonomide yapısal değişikliklere duyarlı olmamak gibi eleştiriler yapıldığını aktarıyor.

Ancak Bello’nun yaklaşımı tüm eksikliklerine karşı, kapitalist küreselleşme paradigmasına alternatif bir çerçeve anlamında tartışılmaya değer bir zemin sunuyor. Bu konu dünya gündeminin ön sıralarına yerleştiğine göre bize; sola, sosyalistlere de tartışmayı derinleştirme sorumluluğu düşüyor.