Siyasi İslamcı iktidar, Anayasa’ya rağmen laikliğin içini tamamen boşaltabilmiş; tüm kamu idaresinde uygulamaya soktuğu dincileştirme programında kurumsal engel bırakmamış ve devlet-din işleri ayrımını hiçbir hukuki sınır tanımadan fiilen berhava etmiştir.

Laiklik mücadelesinin önceliği

Oğuz Oyan

Samimi dindarlar ile dinciler arasındaki farklar üzerine düşünüyordum. Şu ayrım anlamlı geldi: Dinciler, dini öbür dünya için değil bu dünya için araçsallaştırıp kullanırlar. Samimi dindarlar ise öbür dünyaya yatırım yaparlar. Dindarların önemli bir bölümünün bu dünyanın yoksulları, haksızlığa uğrayanları ve çilekeşleri olduğu da unutulmamalı. Dinciler ise dini kullanarak, siyasete ve/veya ticarete alet ederek, bu dünyanın nimetlerine (para, kariyer, güç) daha fazla çökmenin yollarını ararlar ve genellikle de bulurlar; insanların ölüm ve "öbür dünya" korkusu en büyük sermayelerini, cehalet ve "kişiye tapınma" da (siyasi veya dini simalara tapınma) en büyük dayanaklarını oluşturur.

Buradan bir başlangıç yapayım derken, Bülent Arınç'ın sözleri gündeme düştü: Öğrencilerin yurt ve kira sorunlarını 20 Eylül'de bir TV programında yorumlarken, "Dindarların gazabından korkmak lazım. İşlerine gelmeyen bir şeyle karşılaştıkları zaman ne aslandı ne kaplandı hiç birisini dinlemez bu insanlar. Tecrübemi söyleyeyim: Bizim dindar insanlarımızın bile tersine döneceğini bir gün göreceksiniz. Çünkü onlar, dini hamaset kokulu konuşmaların yanında cebine giren ve cebinden çıkan paraya bakar. Eğer onda bir eksilme görüyorsa, din, iman, vatan, millet bunlar bir kenarda durur ama değer yargıları tamamen değişebilir" diyebiliyor.

Arınç'ın, kurucusu olduğu AKP yönetimini uyardığı yeterince açık. Geçim sıkıntısına düşen toplumun alt kesimlerinin dini hamasete artık karınlarının tok olduğunu, onların gazabından korkmak gerektiğini söylüyor açıkça. Buna rağmen bu uyarının hedefini bulması zor gözüküyor. Çünkü dincilerin ördükleri çıkar ağları, bulaştıkları yolsuzluk ilişkileri, ulaştıkları görgüsüz tüketim kalıpları, artık bu sonradan görmelerin mütevazı yaşam düzeylerine geri çekilmelerinin önündeki en büyük engel. Esasen hiçbir algısal manevra için alan ve zaman kalmamış durumda.

LAİKLİK KARŞITLIĞI NE DURUMDA?

Bir başka alana geçelim. Bugünlerde tekrar öne çıkarılan konu, laiklik-Anayasa ilişkisi. Bunun en "aşırıya" gideni, eski AKP milletvekili Resul Tosun'un "laiklik Anayasa'dan çıkarılmalıdır" ifadesi oldu. Tosun, gerekçe olarak laiklik ilkesini anayasalarına koymuş ülke sayısının istisna düzeyinde olduğunu ileri sürdü. İlk bakışta doğru gibi gözükse de Tosun'un aklının ermediği şeyler var.

Birincisi, her toplumsal formasyonda din-hukuk, din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre biçimlenir. Laiklik-anayasa ilişkisi de öyle. Laiklik ilkesinin anayasal hükümlere yansıması, laikliğin o toplumda sağlam bir yeri olduğunun kanıtı sayılamayacağı gibi, anayasada ve alt hukukta hiç yer verilmemiş olması da tam tersini göstermez. Türkiye ve İngiltere örnekleri tam da bu zıt duruma karşılık gelir. Gelişmiş burjuva demokrasilerinde, hatta Türkiye kategorisindeki birçok ülkede, laiklik topluma ve din-devlet ilişkilerine egemen olmuştur ve bunun mutlaka yazılı hukuk kurallarına bağlanmış olmasına ihtiyaç duyulmamıştır.

Türkiye örneğinde, düşük eğitim düzeyindeki bir Müslüman-tarım toplumunda laiklik ilkesinin topluma benimsetilmesinin devrimci yolunu görmekteyiz. Ama bu bile yıllar almış, laikliğe sahip çıkacak bir neslin yetişmesi beklenmiş ve nihayet laiklik Anayasa'ya 1937'de eklenebilmiştir. Daha sonra Anayasa'nın değiştirilmesi teklif bile edilemez ilk üç maddesi içine alınarak koruma altına alınmıştır. Hüküm laikliği korumaktadır ama hükmün de -gericiliğin saldırılarına karşı- koruma altına alınması gerekmiştir. Bu "yerleşmemişlik" nedeniyledir ki Anayasa'da 10'dan fazla maddede laikliğe gönderme vardır. Ama bu kadar gönderme, bir şeyin sindirilmiş olmamasının da dolaylı kanıtıdır.

Tosun'un anlamadığı ikinci şey de bununla ilişkilidir. AKP'nin kısa vadeli gündeminde Anayasa'daki laiklikle ilgili hükümlerin ayıklanması veya esnetilmesi yoktur. Peki neden yoktur? Üç nedenle:

(i) Siyasi İslamcı iktidar, Anayasa’ya rağmen laikliğin içini tamamen boşaltabilmiş; tüm kamu idaresinde uygulamaya soktuğu dincileştirme programında kurumsal engel bırakmamış ve devlet-din işleri ayrımını hiçbir hukuki sınır tanımadan fiilen berhava etmiştir. Laiklik ayakbağının Anayasa'dan ayıklanması niyeti mutlaka orta-uzun vadeli hedefler arasında korunacaktır ama mevcut koşullarda acil gündem maddesi değildir.

(ii) MHP Lideri'nin, CHP Lideri'ni izleyerek, "Cumhuriyet'in laiklik sütununu yıktırmayız" sözünü etmiş olması, Cumhur İttifakı dağılana kadar AKP'yi bloke etmiştir. Ortada sütun falan kalmamış olabilir ama fiili durumu hukuki duruma çevirme zamanı henüz gelmemiştir. Bunun yaslanacağı parlamenter çoğunluk da zaten ortada yoktur. AKP'yi ittifak içi tartışmalara sürükleyecek çıkışlar ne kadar zamansızsa, seçmenin kafasını karıştıracak yanlış zeminlerdeki yersiz radikalleşmeler de o kadar zamansız görülmektedir. R. Tosun tam da bu nedenlerle "erken öten horoz" muamelesi görmüştür.

(iii) Buna karşılık, "doğru" zeminlerde yapılan ve muhalefeti de kendi minderine çekmeyi amaçlayan din eksenli ayrıştırmalar tercihli alanlardadır ve ısrarla sürdürülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) üzerinden yapılan tam da budur; üstelik MHP'nin tam desteğini de almaktadır. DİB Başkanı üzerinden yapılan bir hamle de, din-devlet işleri ayrımının tasfiyesinin ötesine giderek, toplumsal alanın bütünüyle dincileştirilmesi hedefine yönelmek olmaktadır. (Bk. "Laiklik, Ekmek/Su Kadar Gerekli" başlıklı yazımız, Sol Gazete, 21 Eylül). Bunun dışında, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu ve Ceza Kanunu gibi toplumsal yaşamı laik hukuk ilkelerine göre düzenleyen Cumhuriyet kodifikasyonlarının kimi hükümlerinin "Şer'i Hukuk" yönünde esnetilmesi niyetlerinin de Diyanet İşleri Başkanı'nın konuşma metinlerine sızması, ayrı bir mücadele alanının hazırlığı olarak okunabilir. Gerçi seçimler öncesinde bunun da sırası değildir. Ama dincileştirme hedefinin kapsamını göstermesi bakımından uyarıcıdır.

POST-AKP DÖNEMİ?

Siyasi İslamcı-milliyetçi ittifak eğer önümüzdeki seçimleri kaybeder ve iktidarın suhuletle devir-tesliminde sorun çıkarmazsa, laiklik açısından hiç olmazsa AKP öncesine dönüş mümkün olacak mıdır? Bu soru önemlidir ama bize göre ne yazık ki yanıtı olumsuzdur. Kaldı ki yanıtı olumlu olsaydı bile, sosyalistler açısından bakıldığında bunun bir kazanım olarak görülmesi pek zor olurdu. Bugünkü muhalefetin yapısı açısından bakıldığında ise, AKP sonrası dönemde bile siyasi İslamcıların mirasının veya ruhunun Türkiye üzerinde kalmaya devam edeceği anlaşılmaktadır.

Bir kere CHP'nin açık bir laiklik mücadelesi vermeme konusundaki duruşu seçim öncesine ilişkin taktik bir konumlanma değildir; seçim sonrasını ve iktidarda uzun süre kalıcı olmayı da kapsayan ve Cumhuriyet tarihinin liberal bakışla yorumlanışını da içeren stratejik bir tercihtir. Bu, aynı zamanda, dincileşme seçeneğini kısmen sineye çekerek iktidarda kalmayı benimsemek anlamındadır. Bunun adına ilerde iki aşırılığın ("laikçilik" ve dinciliğin) sentezi denirse şaşırmayalım.

İkincisi, CHP içinden/tabanından laiklik eleştirileri gelse bile, CHP'nin eteğinden çekecek sağ müttefiklerin ağırlığı daha belirleyici olacaktır. Unutmayalım son milli bayramda İBB'de simgesel bir valsli kutlama yapılmasına sağ muhalefetten gelen tepkiler hemen "muhafazakârların kazanımlarının kaybedilmemesi" üzerinde yoğunlaşmış ve CHP Lideri'nden teminat verilmesi gecikmemişti.

Sonuç olarak, AKP sonrası dönemde din-devlet işleri ayrımı konusunda bazı düzeltmeler mutlaka yapılacaktır; tarikatların etkisi budanacak ve daha az görünür kılınacaktır; TOKİ aracılığıyla tarikat yurtlarının etki alanı daraltılacaktır; eğitim, yargı ve askeriye üzerindeki tarikat/cemaat sultası geriletilecektir; Medeni ve Ceza Kanunlarında laiklik-dışı düzenlemeler yapılması ve çoklu hukuk girişimleri muhtemelen sonuçsuz bırakılacaktır; DİB daha geri plana çekilecektir; eğitimi imam-hatipleştirme furyası dizginlenecek ve arz-talep ilişkilerine bırakılacaktır. Bu adımlar atılabilirse, bunları önemsiz görmeyiz. Ancak bunlarla bile AKP öncesine dönüşün sağlanması zordur; çünkü AKP'nin "İslamizasyon" programının tahribatı çok daha derin ve yaygındır. Esasen, AKP öncesinin koşullarına dönüşün siyasi iradesi ortada yok gibidir.

Toplumun bir bütün olarak dincileştirilmesinin aksi yönünde adımlar atılması konusunda ise, müttefik sağ siyasetlerden, "muhafazakâr" toplum kesimlerinden ve sermayeden gelen uyarıları/tepkileri ihtiyatla değerlendiren yumuşak ayarlar beklenmelidir. AKP-sonrası dönemde, yolsuzluklar konusunda olacağı kadar bile geçmiş dönemin dincileştirme uygulamaları üzerine gidilmesi kuşkulu görünmektedir. Kaldı ki, Cumhur İttifakı-karşıtı muhalefetin yapısına bakıldığında, yolsuzluklar bakımından da 17-25 Aralık gibi büyük medyatik olaya dönüşmüş kanıtlı soygunlar dışındakiler için topluca bir hesap sormadan muhtemelen kaçınılacağı (sık sık tekrarlandığı gibi "devr-i sabık yaratılmayacağı") söylenebilir.

laiklik-mucadelesinin-onceligi-925600-1.

NASIL BİR LAİKLİK MÜCADELESİ?

Kendilerini laiklik mücadelesinin etken unsurları arasında gören toplumsal kategorilerin, sivil toplum örgütlenmelerinin, siyasi hareketlerin önemli bir bölümünün içine düştükleri önemli bir başlangıç hatası vardır: Laikliği tehdit eden "İslamizasyon" uygulamalarının asıl öznesini genelde sağ siyasetlerde, özel olarak da siyasi İslamcılarda ve bunların uzun iktidar dönemlerinde görmeleridir. Ama bu önerme bizi, laik olduğu varsayılan güçlerin siyasi iktidara egemen olduğu andan itibaren durumun hemen değişeceği yanlış sonucuna da götürür. Kaldı ki, CHP iktidarında 1946 sonrasında verilen ödünleri, 1970'lerde Ecevit'in "tarihi hata" yaklaşımıyla Cumhuriyet tarihine liberal bir okuma getirmesini, 2010 yılı gibi tarihi bir dönemeçte dahi "Türkiye'de laiklik tehdit altında değildir" sözünün edilebilmesini (ve hâlâ düzeltilmemiş olmasını) görünmez kılabilir.

İslamizasyonun özneleri arasında önem sırasına göre siyasi İslamcılar, sağ siyasetçiler ve "merkez solun" pasif yol açıcıları sayılabilir; ama bunların hepsi de siyasi kerteye aittir. Buraya kadar yazılanlar bu yaklaşımın çok yetersiz kalacağını göstermiş olmalıdır. Yazıyı burada noktalarsak biz de eksik bir analiz yapmış oluruz. Oysa üç özne daha İslamizasyon sürecinde belirleyici olmuştur:

Birincisi, TSK bir NATO ordusu olduktan sonra Atlantik ötesinin etkilerine açık bir duruma gelmiş, kendini iç siyaset kademelerine göre daha özerk bir konuma yerleştirmiş, kritik dönemeçlerde de Ortadoğu politikalarının gerekleri doğrultusunda ABD'nin Türkiye iç siyasetine müdahalesinin operasyon aygıtına dönüşebilmiştir. 1960 darbesinde ilerici bir rol oynayabildiyse de 1971 ve 1980 darbelerindeki gündemi, sermayenin ve dış güçlerin çıkarları doğrultusunda, solun ezilmesi ve İslamcı güçlerin önünün açılması olmuştur.

İkincisi, emperyalist blok ve onun etrafındaki siyasi, askeri, ekonomik örgütlenmeler, "Yeşil Kuşak", BOP gibi kuşatma projelerini uygulamaya koyabilmek için, İslam ağırlıklı Ortadoğu ülkelerinde solu ve bağımsızlıkçı hareketleri ezmek yanında, Batı müttefiki "ılımlı İslamcı" hareketleri iktidara taşımaya ağırlık vermişlerdir. Bu bakımdan Batı emperyalizmi Türkiye'de İslamizasyon hareketinin doğrudan dış özneleri arasında yer almıştır. Dış özneler arasına, Suudi Arabistan gibi taşeron ülkeleri ve bunların Rabıta, Aramco ve Bank Asya vs. gibi çeşitli taşeron şirketlerini de katmak gerekir.

Üçüncüsü ve daha önemlisi, gerek siyasetin gerekse TSK gibi kurumsal öznelerin yönelimleri, salt dış dinamikler üzerinden açıklanamaz. Yabancı özneler, yerli işbirlikçileri olmaksızın, ülke içinde bir hareket alanına sahip olamazlardı. Sınıfsal dinamikler ve egemen sınıfların tercihleri, siyasi, adli ve idari kurumlar üzerinde daha güçlü belirleyici etkilerde bulunur. Bu bağlamda İslamizasyon süreçleri sermayenin birikim sorunlarından yalıtlanarak ele alınamaz. Sermayenin hegemonya kurma, hatta üretim ve bölüşüm ilişkilerini sancısız götürebilme bakımından dinci ideolojiyi kullanması yeni bir şey değildir. Ama 21. yüzyılın başlarında Türkiye'de "merkez sağın" çöktüğü koşullarda sermaye birikim rejimini sürdürebilmenin yegane aracı olarak liberal-dinci kökenli AKP'ye yaslanılmak zorunda kalınması, oluşturulan özel tarihsel koşulların da sonucudur. Bununla birlikte, sermayenin her fraksiyonu -belki kısmen MÜSİAD gibi örnekler hariç- İslami akımlarla birebir özdeşlik içinde bulunmazlar. Daha doğru bir yaklaşım olarak sermayeyi, sınıf olarak, bir üst belirlenim düzeyinde kavramak gerekir. Dolayısıyla sermaye, AKP sonrasını da tasarımlamak zorundadır.

Bu eklemeleri yaptıktan sonra şu sonuçlara varabiliriz: (i) Laiklik mücadelesinin kalıcı kazanımlara dönüşmediği İslami toplumlarda, sermayenin, fırsatçı siyasetin ve dış güçlerin bu mücadeleyi aksatıcı etkilerine karşı da mücadele verilmesi gerekir. (ii) Cumhuriyetçi ve laik kesimler, içinde bulundukları siyasi partilerin yönetimlerine karşı da laiklik mücadelesi vermek durumundadırlar. (iii) Laiklik mücadelesini içermeyen bir sınıf mücadelesi kaybetmeye mahkumdur. Bu nedenle, bu mücadeleyi öncelikle emekçi sınıfların sahiplenmesi sağlanmalıdır. (iv) Laiklik mücadelesi, bağımsızlık kavgasının yani antiemperyalist mücadelenin ayrılmaz bir parçası yapılmak zorundadır.