Leviathan’ın zor zamanları

Günümüzde sık yinelenen neredeyse klişeye dönüşen bir söylem medyanın, kimi köşe yazarlarının dilinde. Deniyor ki tüm dünyada sağ yükseliyor, otoriter yönetimler birbirini izliyor, “temsilî demokrasi” yerini “otoriter demokrasiye, diktatörlüklere” bırakıyor. Yaşadığımız yüzyılda hiçbir ülkede sağ ya da sol mutlak iktidarlar yoktur. Her iktidar gücü ve güçsüzlüğü birlikte barındırıyor. Kimi zaman sol yönetimler sağın, emperyalist ülkelerin baskısı altında yönetmeye çalışırken, kimi ülkelerde de sağ yönetimler solun şiddetli itirazı ile hükümet etmeye çabalıyorlar. Günümüzün dayatılan jargonuyla kimi ülkelerde devleti tanımlarken “özgürlükçülüğü” esas alan sol, karşı grupta ise “güvenlikçi” yöntemlere ağırlık veren sağ yönetimlerin yer aldığı söyleniyor.
∗∗∗
Aslında bu ayrım Thomas Hobbes’tan bu yana devlet tartışmalarında temel bir ayrıma işaret ediyor. Hobbes devletin oluşumunu anlatır, tanımını yaparken “insanları yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek” bir heyetten söz eder. Hobbes’un devleti, insanların bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleri ile oluşmaktadır. Hobbes’a göre “bu devir onaydan ya da rıza göstermekten öte bir şeydir”. Burada devlet bir egemen ve ona tabi olacak uyrukla tarif edilmektedir. Uyruğun tek bir kişilik halinde birleştiği topluluk bir devlet, “Civitas” olarak adlandırılmaktadır. İşte der Hobbes “o Ejderhanın veya daha saygılı konuşursak ölümsüz tanrının altında barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz o ölümlü tanrının doğuşu böyle olur” (Leviathan, YKY, s. 136). Bu Ejderhanın öteki adı Hobbes’un kitabına verdiği adla Leviathan’dır.
∗∗∗
Neyse ki çağının kiliseyle anlaşamadığı için laik, feodalizme karşı tutumu nedeniyle liberal, demokratik yöntemi adil ama imkânsız bulduğu için muhafazakâr teorisyeni Thomas Hobbes’un Leviathan’ı günümüze gelene kadar epeyce değişikliklere uğradı, farklı dönemlerde farklı biçimler aldı. Nihayet kapitalizmin kendisi için geniş bir skalada insanlara dayattığı, kabul ettirdiği ya da geri adımlar atmak zorunda kalarak “özgürlük-güvenlik” tartışması içinde temsilî parlamenter demokrasinin genel olarak kabul edildiği zamanlara geldik. Leviathan yara aldı. Hobbes’un büyük bir zevkle takipçiliğini yapan, ondan feyz alan Nazizmin parlayan yıldızı, Hitler döneminin Kronjurist’i, Baş Hukukçu’su Carl Schmitt, akıl hocası “orada olmayı” hep yüceltmiş varoluşçuluğun en gerici yorumunun takipçisi Heidegger’le birlikte Nürnberg’de ceza almasa da yargılandığında yükselenin düşüşünü gördü.
∗∗∗
Bir oksimoron olarak “Otoriter demokrasinin” kendini kabul ettirmek için çabaladığı koşullarda yetersiz temsilî demokrasiye halkın doğrudan katılımı, müdahalesi ile farklı yöntemler de gündeme gelebiliyor. Kısacası zamanımızda meydan otoriter yönetimlere genel bir eğilim olarak teslim olmuş falan değildir. Sık sık Almanya’da aşırı sağın yükselişi örnek gösteriliyor. Sosyal Demokrasinin seçim yenilgisi, aşırı sağcı AfD’nin (Alternative für Deutschland) oylarını artırması tüm dünyada otoriter yönetimlerin mutlak zaferi olarak anlatılıyor. Evet, Almanya’da aşırı sağ yükseldi, ama aynı zamanda sol da yeniden canlanıyor, küllerinden doğuyor. Sol siyaset pek çok ülkede direniyor Brezilya örneğinde olduğu gibi İşçi Partisi lideri yaşlı Lula ağır baskılara karşın yeniden iktidar olmayı başardı.
∗∗∗
Ülkemizde de karamsarlığı meslek edinmiş ya da “dertleri zevk edinmiş” olanlar ya da konforlarını her koşulda koruyabilmek için “ne yapalım başa gelen çekilir” diyenler sessiz yığınların nasıl birdenbire ayağa kalktığını, milyonların sokağa çıktığını görünce şaşırmış olabilirler mi? Şaşkınlıkları ne yapacağını bilemez halleri yazdıklarına, söylediklerine yansıyor. Yüz binlerin milyonların artık yeter dediği gelişmeyi küçümsemek için bin dereden su getiriyorlar. Kimi sol siyasetçiler ile umutlarını iktidarla pazarlığa bağlamış, uzun vadede kalıcı kazanımları kısa vadenin geçici fırsatlarına kurban etmeye hazır olanlar ise “biz CHP’nin şemsiyesi altında siyaset yapmayacağız” diyorlar. Oysa Kürt demokratları da solun öteki kanatları da birilerinin şemsiyesi altında değil kitlelerin direncinin, ısrarının, kararlılığının, öğretici gücünün şemsiyesi altında geleceği öngörmeye ve orada kendi ideolojik varlıklarıyla sürece katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Nostaljinin çekiciliği ile son kitlesel çıkışı Gezi’ye benzetenler de umarım yanılıyorlardır. Kuşkusuz gelişmeler toplumsal hafızanın gücünü gösteriyor ama bu kez durum farklıdır, Gezi gidişe itiraz edenlerin ülke çapında hareketiydi ama siyasi bir direniş olamamıştı. 19 Mart Hareketi başından itibaren siyasidir. Hedefi de kararlılığı da siyasetle ilişkisi de Gezi’den farklıdır.
İktidar kanadı gerçeği gördü ama erki koruyabilmek için elinde baskıyı artırmaktan başka çare kalmadığını düşünüyor. Sokağa inen kitleyi baskılarken, yasaklamaya yeltenirken tutukevlerini de neredeyse çift vardiya çalıştırmaya başladı. Sosyal medyanın daraltılması, az sayıdaki TV kanalının baskılanması, gençlerin tutuklanması, gazetecilerin mesleklerini yapmalarının engellenmesi, iktidarın başka çare bulamadığını ve aramadığını gösteriyor. Gerçekte bu yanlış siyasette ısrar etmesi iktidar kanadının en büyük hatası olacaktır. Geri adım atmak barışçı bir tutumla gelişmelere yaklaşmak gibi açık bir çıkış yolunu seçmezlerse kitlelerin çıkışı daha da siyasallaşabilir, somut siyasi hedefler güç kazanabilir.
∗∗∗
Bu arada sandığı küçümseyenler, sandıkla sokağın birbirini dışladığını söyleyenler, 15 milyonu aşkın bir kitlenin kurulan sandıklara giderek adeta bir deneme yapmasını, yüz binlerin bir hafta süren Saraçhane eyleminin ardından Maltepe’deki milyonluk mitinge katılmasını, otuz milyonluk bir imza eylemine heyecanla girişmesini ciddiye almalıdırlar. Bu Türkiye tarihinde bir ilktir ve büyük bir ders niteliğindedir. Eylemlerin siyasi öncüsü, yürütücüsü partinin de bu 15 milyonluk kitlenin bundan sonraki siyasi adımı belirlediğini görmesi gerekecektir. Hiç kuşkusuz bir hafta boyunca ısrarla sokağa çıkan ve enerjisini yitirmeyen, farklı yöntemlerle siyasete aktif katılan kitlelerin direnci, siyasi hedeflerle somutlanmazsa, ideolojik değil politik, tek hedefe yönelmiş bir muhalefet hareketi kurulamazsa kaçınılmaz olarak sönümlenir. Ya da Ana Muhalefet partisinin omurgasını oluşturacağı, Sol Parti’ye, İşçi Partisi’ne kadar geniş bir yelpaze sınırlı amaçlı ama siyasi bir hedefte buluşacak, iktidarı demokratik yöntemlerle değiştirebilecek ve sonrasının ufkunu açabilecek bir muhalefet cephesi oluşturulabilecektir.
Burada baskının etkinleşmesi, yaygınlaşması karşısında ne yapılabilir diye ciddi bir sorun ortaya çıkar ve sokak hareketleri bastırılırsa ne olacak diye sorulursa, tarihe bakmakta ve kitaptan bir örnek vermekte yarar var. Fransa’da 1848 Şubat Devrimi öncesinde muhalif güçler, siyasal toplantı ve gösterilerin yasaklanması üzerine, siyasal içerikli bir “Şölenler Kampanyası” düzenlemeyi başarmışlar, yasakları bu yolla etkisiz kılmışlardı (Karl Marx, Fransız Üçlemesi, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Yordam Kitap, s. 160).
Tarih yinelenmez ama derslerle doludur. Trump’la beraber güç gösterisine girişen Leviathan kendine yeni bir yuva kurmak istiyor olabilir ama artık ne uyruk var ne de ona evet diyecek toplumsal rıza. Baskılar geçicidir; kalıcı olan halktır.