Linç karanlığında göçmen krizi ve sol
Bugün göçmen krizinin çözümünün sivri okları emperyalist merkezlere, onlarla AKP iktidarının imzaladığı ikili anlaşmaların iptaline yoğunlaşmak zorundadır. Bunun parçası olarak Esad’la oluşacak barışçıl bir diplomasi içinde gönüllü geri dönüşün yollarının açılması sağlanmalıdır.
Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi
Kayseri’deki linç girişimleri göçmen krizinin yaratacağı riskleri bir kez daha hatırlattı. Patlamaya her an hazır, iç savaş dinamiklerinin oluşmasına neden olan göçmen krizi tam bir çözümsüzlük içinde.
İktidar Suriye Savaşında izlediği cihatçı politika ile yarattığı bu krizin içinde çıkamazken ırkçı-faşist kışkırtmalarla örülen muhalefet de sorunu daha fazla içinden çıkılmaz hale getiriyor. Muğlak bir “göndereceğiz” lafzı üzerinden oluşan popülist siyaset tüm muhalefetçe tekrarlanmaya devam ederken, bu krize bütünlüklü bir yanıt verecek bir hat oluşturulmaktan uzak duruluyor. Bu da göçmenleri de can güvenliğinden de yoksun hedef haline getirerek bu insanlık krizini derinleştirmek başka bir anlama gelmiyor.
İÇ SAVAŞTAN TÜRKİYE’YE KALAN
Türkiye’nin yaşadığı krizin en önemli kaynağı kuşkusuz ki başta ABD olmak üzere emperyalist devletler. Suriye’nin cihatçılar eliyle iç savaşa sürüklenmesinin yarattığı kriz büyük bir göç dalgasını tetikledi. Başlangıçta bir dış müdahale olanağı olarak görülen göçler, istenen iç savaş dinamiğini sağlayamayınca, Türkiye bu göç dalgasının yönetilmesi için bir tampon bölge olarak kullanıldı.
AKP’nin de Suriye’deki politikasının parçası olarak Türkiye’yi cihatçı savaşlar için bir üs ve geçiş alanı olarak kullandı. Türkiye’nin iç savaşın arka cephesi haline getirilmesine paralel olarak cihatçı çeteler için kurulmaya başlayan kamplarla başlayan süreç hızla artan göçlerle ülkenin her yanına yayılan bir kitlesel yığılmaya dönüştü. Burada insani dram sonucunda yurdunu terk etmek zorunda kalanlarla birlikte yenilgiye uğrayan cihatçıların Türkiye’ye gelerek kendi şeriatçı gettolarını oluşturdukları bir biçim aldı.
Kayıtsız, kitlesel ve kontrolsüz göç sonucunda rakamları on milyonu bulduğu ifade edilen bu göç dalgasının yönetilmesinin imkânsız olduğu da ortada. Öte yandan siyasal İslamcı iktidarın özellikle tarikat ve cihatçıların kontrolü altına aldığı büyük kitleleri yedek bir güç olarak kullanmaya çalıştığı da biliniyor.
Bu durum toplumsal krizinin de derinleşmesiyle birlikte toplumdaki hoşnutsuzlukları derinleştiren bir faktöre dönüşüyor. Muhalefet hareketinin ırkçı-faşist manipülasyonun da önüne geçecek somut bir çözüm önerisi oluşturamadığı koşullarda bu kriz iç savaş dinamiklerini çoğaltarak derinleşmeye devam ediyor.
AVRUPA İLE GİRİLEN YENİ BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİ
Türkiye’de göçmen krizini değerlendirirken, kuşkusuz ki kapitalist merkez ülkelerden çok farklı özelliklere sahip olduğu gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Kapitalist merkezlerin bir emek ihtiyacı çerçevesinde büyük oranda da kayıtlı ve belli niteliklerle tercih ederek kabul ettiği bir göçmen kitlesinin entegrasyon ve emek süreçlerine katılımı başka bir soruna işaret eder. Son yıllarda bu sınırı aşan belli bir yeni göçmen kitlesinden söz etmek mümkün olsa da bunun son derece sınırlı kaldığı da biliniyor. Bu sınırlı durumun korunulması da özellikle Türkiye gibi ülkelerin göçmen deposu olarak kullanılması ile mümkün oluyor. Avrupa bir anlamda kendi göç krizini, Türkiye üzerinden çözüyor.
Burada da en önemli hususlardan birisi AB ile imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”. Türkiye’den Avrupa’ya göçmen geçişinin engellenmesi, bunun karşılığında da Türkiye’ye para verilmesine dayanan bu ikili anlaşma, Türkiye’de yaşanan göçmen krizinin en önemli kaynaklarından birisi. Öte yandan Avrupa’nın pek çok ülkesinin devrede olduğu fonlarla kapitalistler bu durumu, krizli haliyle sürdürmeye çalışıyor.
Göçmenler için Türkiye’nin hapishane haline getirilmesi bu çürümüş sistemin nasıl bir ikiyüzlülük içinde olduğunun da bir göstergesi. Bu nedenle bugün göçmen krizinin çözümünün sivri okları emperyalist merkezlere, onlarla AKP iktidarının imzaladığı ikili anlaşmaların iptaline yoğunlaşmak zorundadır. Bunun parçası olarak Esad’la oluşacak barışçıl bir diplomasi içinde gönüllü geri dönüşün yollarının açılması sağlanmalıdır. Burada doğan, büyüyen, hayatını bu ülkede idame etmeye gönüllü olan göçmenlerin de laik, barışçıl, eşitlikçi birlikte yaşam dinamikleri etrafında entegrasyonu sağlanmalıdır. Kuşkusuz böyle bir entegrasyon en nihayetinde Türkiye toplumunun kendisinin ve siyasetin de bu dinamikler etrafında dönüşebilmesi ile mümkündür. Toplumsal olarak bir karşılığı olmayan, hatta yer yer düşmanlaştırma siyasetinin parçası olan ve yalnızca AB’nin iç rahatlığını hedefleyen bugünkü politikaların sonucu yalnızca daha fazla linç, düşmanlık, kutuplaşma ve parçalanma olacaktır.
Bu tür bir çözüme geçilebilmesi Türkiye’nin, ABD-NATO ve AB’nin maşası olarak izlediği bu gerici politikayı terk ederek, anti-emperyalist barışçıl bir doğrultuda dış politikanın yeniden kurgulanmasından bağımsız ele alınamaz. SOL bir politika tam da bu anlamda göçmen krizinin bütün boyutlarını dikkate alarak, şimdi bir cihatçı yığınakla birlikte oluşturulmuş risklerini de hesaba katan bir bütünlük içinde çözüm politikalarını ortaya koymasına bağlıdır.