Lynch, Amerikan taşrası ve tehditkâr sıradanlık
Lynch tasvir ettiği filmsel dünyada kasabaların, karakterlerin çekici ve masumluklarının altında yatan karanlık, şiddet ve sıradan olanın içinde gizlenen tehdit ve korkuyu gözler önüne sererken biz izleyicilere de aslında içinde yaşadığımız dünyayı işaret eder.

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr.
25 Ocak 2025 tarihinde hayatını kaybeden, senarist, besteci, ressam, yapımcı ve yaratıcı yazar yönetmen David Lynch; The Alphabet (1968) ve The Grandmother (1970) adlı kısa filmleriyle sinemaya adım attı. Deneysel, sürreal, yeni kara (neo noir) filmleriyle Lynchvari sinema dilini yarattı. Onun kamerası küçük, gizemli, ama çekici Amerikan kasabalarında gizlenen karanlık yanlara odaklanır, hülyalı bir tekinsizlik içinde kasabalarda yaşayan karakterlerin iç dünyası ile dışsal evrenin dayatmaları arasındaki ruhsal gelgitleri öne çıkarır. David Lynch kendisi de küçük bir Amerikan kasabasında büyümüştür ve herkesin tanıdığı, bildiği bu kasabaların görünmeyen, gösterilmeyen karanlık yanlarını filmlerinde görünür kılar. Hikâyelerini ve çok katmanlı mekânları yaratmak için kendine özgü kamera, ışık ve ses kullanımı ile sinemada kendi tarzını yaratır.
BELİRGİN ÖZELLİKLERİ
Onun temel üslup özelliklerinden biri, rüya ve gerçeklik arasındaki ince ve kırılgan bir çizgide hareket eden hülyalı bir dünyadır. Karakterlerin sıklıkla gördükleri rüyalar ya da halüsinasyonlar hikâyeye etki eder. Lynch’in karakterleri görünmez ve bilinmeyenle güçlü bir bağ kurar. O filmlerinde yüzeydeki görünenin ardına bakmayı önerir hatta izleyicilerini filmdeki karakterlerle birlikte yüzeyin derinliklerine taşır ve karmaşık, anlaşılmaz olanı ya da korku ve kaygıların altında yatan nedenleri görünür kılar. David Lynch‘in Eraserhead (1977) ilk uzun filmi olmasına karşın, sürrealist ve gotik atmosferi ile bilinçaltına ilişkin yoğun imgeler taşıyan kült bir filmdir. 1980’de gerçek bir hikâyeden uyarladığı The Elephant Man, 1984’te Frank Herbert’in bilimkurgu romanından uyarladığı Dune, 1986’da Amerikan taşrasının karanlık yanını ortaya koyduğu psikolojik/gerilim Blue Velvet ile Hollywood ve dünyada kazandığı tanınırlık, Twin Peaks polisiye ve sürrealist öğelerin baskın olduğu kültleşmiş televizyon dizisi ile daha da artar. Ardından aşk ve şiddeti groteks bir tarzda çektiği Wild at Heart (1990) ile sinematik stili ve özgünlüğünü ortaya koyar. Kimlik, bellek ve zaman üzerinden yeni kara film (neo noir) türünde Lost Highway (1997), rüya ve gerçekliğin ince sınırlarından dolaştığı Mullholland Drive (2001), serbest anlatım tekniği ve dijital kameranın olanaklarıyla çektiği Inland Empire (2006) deneysel-postmodern dilin baskın olduğu filmleridir. Ayrıca David Lynch sinemasının ayırıcı özellikleri denildiğinde; erken dönemde sinemanın psikanalitik düşünülmesini de vazgeçilmez kılan 1920’lerin sürrealist hareketi, Freud’un bilinçaltı ve rüya kuramına atıfla, sinema filmlerinin ampirik değil, rüyalardan, ütopyalardan oluşan yanı ile öne çıkaran anlayışın baskın olduğu görülür. Yine de onun filmlerini salt bilinçaltı ve rüya ile sınırlamak eksik bir yaklaşım olur. Bilakis filmlerinde içsel ve dışsal dünyanın çelişkileri, çatışmaları yüzeyde görülen ile gösterilmeyenin ardındakine bakmayı ve korkunun nedenlerini göstermeyi hedefleyen toplumsal bir eleştiriyi de içerir. David Lynch filmlerinde dünya tozpembe değildir. Tersine tuhaf, hatta anlaşılmaz, tekinsiz, karanlık, kırılgan ortamlarda rüya ve gerçekliğin sınırlarında gezinen karakterlerin içsel dünyalarına kapı aralanır ve bu haliyle de izleyicilerine anlaşılması hiç de kolay olmayan film izleme deneyimi sunar. Bir anlamda onun filmleri rüya mantığı ile işler, birbirinden kopuk sahneler ve simgesel anlatımın baskın olduğu bilinçaltı bastırılmış arzular ve korkular açığa çıkarılır. Bundan dolayı filmlerinde olay örgüsü mantıklı bir sırayla ilerlemez, bilinç akışı, döngüsel zaman ve tekinsiz gerçeklik iç içe geçer, sevimli Amerikan kasabaları aniden karanlık yüzünü ortaya koyar.
SİNEMATOGRAFİK STİLİ VE SİNEMAYA ETKİLERİ
Lynch öncelikle; sinemada alternatif ve çoklu anlatı teknikleri, doğrusal olmayan öykü yapısı, klasik ve modern anlatı dilinin iç içeliği, sanat ve ana akım sineması arasında kurulan köprü ve günümüz korku sinemasını da etkileyen, sıradan olanı korkutucu hale getirdiği stiliyle yeni gerilim ve korku dilini oluşturur. Yönetmenin stiline ilişkin Mulholland Drive (2001) filmi belki de en çarpıcı örneği oluşturabilir. Çünkü film bir yandan klasik anlatı yapısını kırarken, bilinçaltı, rüya ve gerçek arasındaki sınırların belirsizleştiği yapısıyla –ki burada görüntü yönetmeni Peter Deming’in de hakkını vermek gerekir– film baskın renkler parlak, sıcak tonlarla açılır, film ilerledikçe renk karanlık ve soğuk bir atmosfere dönüşür. Özellikle mavi renk nesneler ve sahnedeki ışıklar üzerinden öne çıkarılırken, filmsel evrende gerçekle hayalin ayrıştığı noktalar belirgin kılınır. Inland Empire’de ise baskın renk yeşil olur. Yeşil ayakkabı, yeşil elbise, yeşil çayır, çimen ve sarı sepya tonlar karakterin ikili dünyası gibi, geçmiş ile şimdi arasındaki ayrım bulanıklaştırılırken, mavi ve gri tonları ile yabancılaşma ve kimlik kaybına vurgu yapılır. Mavi Kadife filminde renk vurgusu sadece Dorothy’nin (İsabella Rosselini) giyindiği elbiseden ibaret kalmaz. Filmdeki renk vurgusu bir yandan gizemi, melankoliyi, şiddet ve tutkuyu simgeler öte yandan filmdeki karakterlerin dünyası ve filmin adıyla da örtüşürken filmsel anlatıya önemli katkı sağlar. Mulholland Drive’de Naomi Watts’ın canlandırdığı Diane karakterinin zihinsel gelgitleri, gölge ışık oyunları ve bulanık görüntülerle verilir. Kayıp Otaban da aydınlık ve karanlık kontrastlı bir teknik benimsenir böylece aşırı karanlık, loş ışık kullanımı karakterlerin bilinçaltı ve korkularını daha bir öne çıkarır. Filmde hızlı kesmeler ve geçişlerle karakterlerin gerçeklikten kopuş anları ani değişimlerle desteklenir. Bu filmde bazı çekimler karakterin gözünde, öznel kamera ile verilir ve izleyici de filmsel evrenin içine dahil edilir. Çoğu zaman uzun ve sabit kamera kullanımı ile izleyici filme odaklanırken, karakterlerin çaresizlik anlarını pekiştirecek şekilde hareketsiz kamera ile beklenmedik anlar yaratılır ve karakterlerin içsel kırılmaları ani kaydırma hareketleriyle belirgin kılınır. Özellikle rüya sahnelerinde yumuşak odaklı çekimler ve devingen kamera ile gerçeklik sınırlarından hülyalar dünyasına geçilir. Inland Empire filminde ise Lynch dijital kamera kullanır ve ani yakın çekimler gibi, devingen ve sallanan kamera ile karakteri yakın çekimle odağına alarak, izleyiciyi de rahatsız eder, beklenmedik açılar arası geçişlerle de hem perspektif kaymaları hem de karakterin içsel dünyasındaki kırılmaları görünür kılar. Lynch genellikle filmlerinin ses tasarımı ve müziklerini Angelo Badalamenti ile birlikte yapar. Filmlerinde yarattığı ses ve müzik kullanım tarzı ile bilinçaltı korkuları, bazen diyalogların önüne geçen dış seslerle ya da sahnede şarkı söyleyen müzisyenin sesinin kesilerek, müziğin devam etmesi gibi yöntemlerle gerilimi ve korkuyu artırırken aynı zamanda yarattığı sessel imgeler ile filmin anlatımını güçlendirir. Böylece filmlerinde görüntülere, diyaloglara, rüyalara eşlik eden uğultular, rahatsız edici efektler hem filmdeki atmosferi hem de gerçeküstü anlatımını da pekiştirir. Inland Empire’de ise Angelo Badalamenti’nin rahatsız edici müzikleri ile gerilim ve bilinçaltı korkuları, bazı sahnelerde ise kendi bestelerine yer vererek, karakterinin zihnindeki belirsizlikleri öne çıkarır. O çoğu zaman filmlerinde ani sessizlik anları ile izleyiciyi de hazırlıksız yakalayarak, gerilim ve korkuyu artırmayı başarır. Diyaloglar genellikle doğrusal bir çizgide ilerlemez, kullandığı dil izleyiciyi de karakterler gibi belirsizliğe iter ve filmin kolay anlaşılmasının önüne geçer. Özellikle Blue Velvet filminde klasik bir polisiye anlatısını yıkar. Filmdeki rüya sahneleri ile karakterlerin psikolojik durumları Freudyen okumaya açıktır; masum sevgili figüründen sapkın bir adamın zavallılığına uzanan bilinçaltı imgelerini ustalıkla yaratırken karakterlerin birbirinden farklı iki dünya arasındaki sıkışmışlıklarını ortaya koyar. Bu bakımdan Lynch Blue Velvet, Mulholland Drive, Lost Highway, Inland Empire gibi filmlerinde sinematografik anlatımıyla rüya, hülya, ütopik olan evrende karakterlerini ve izleyicilerini gezdirirken her an karşılaşabilecekleri şiddet, ölüm, güvensiz ortam gibi, görsel ve işitsel unsurları bilinçaltının karanlık dünyasını tetikleyecek şekilde kullanır ve bu haliyle de izleyiciyi de filmdeki karakterler gibi, bilinç ve bilinçaltı arasında gidip gelen bir filmsel deneyime dahil eder. Benzer şekilde görünen, çekici, masum, hayranlık uyandıran kasabalar, kentlerde bize gösterilen yüzün altında kalan, asıl çürümeye dikkat çeker. Inland Empire (2006) filminde Lynch klasik anlatı yapısını nerdeyse tamamen reddeder. Filmde Hollywood’un karanlık yanlarını ünlü bir aktristin rüya ve gerçeklikler arasındaki duygusal gelgitleri ile ortaya koyar. Filmin ana karakteri Sue/Nikki (Laura Dern) yeni filminin çekimi esnasında kendi kimliğini kaybeder ve film içinde filme dönüşen hikâyede kadın bir oyuncunun özel ve kamusal alanda nasıl tüketildiğini parçalanan benliği üzerinden ortaya koyar.
Sonuç olarak David Lynch sinemasında huzurdan ziyade, tekinsizlik kol gezer. Lynch tasvir ettiği filmsel dünyada kasabaların, karakterlerin çekici ve masumluklarının altında yatan karanlık, şiddet ve sıradan olanın içinde gizlenen tehdit ve korkuyu gözler önüne sererken biz izleyicilere de aslında içinde yaşadığımız dünyayı işaret eder.