Mahir Polat’a mektup ya da Eski Libas Gibi
Ben bunu daha önce yine yapmıştım. Doruk Koç’un bir başka şahane mektubuna aracılık etmiştim. O mektuba atıf yapmayacağım çünkü o futbola ilgiliydi ve ben futbolla ilgili tek laf etmek istemiyorum. Çünkü gündemimizin yaşanan bu korkunç hukuksuzluktan, tutsak gençlerimizden ve olan bitenden bir adım bile sağa sola sapmasına razı değilim. Çünkü ülkedeki yangına, taraftarlar dışında, tek bir bileşeni ses etmeyenlerle ilgili tek satır yazmak istemiyorum. Oynasınlar kendi kendilerine.
Aşağıdaki mektup Mahir Polat’ın “İyi dilekleriyle bana güç veren duyarlı, güzel dostlar, hepinize kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Mektuplarınızı bekliyorum. Candan sevgilerimle. Semizkumlar Mahallesi, Marmara Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Silivri 9 No’lu Cezaevi, C Blok, 53 Koğuş, Silivri/İstanbul” mesajına istinaden yazılmış, zarfa konmuş ve Silivri’ye doğru yola çıkmış bir mektup. Siz de okuyun istedim. Mahir Polat’a o yolla ulaşamazsa bu yolla ulaşsın istedim. Güvercinlerle ulaştırma meselesini mektubu okuduktan sonra düşüneceğinize eminim. Buyrunuz:
“Mahir Abi,
‘Mektuplarınızı bekliyorum’ demişsin, seni yalnız bırakır mıyız? Öncelikle başına, başımıza gelen bütün bu haller, mahpusluk hali ve bu dönemde yaşadığın bütün zorlu sağlık süreçleri için içten bir “Geçmiş olsun”la geldim. Sağlığın iyi olsun da, -hapisliği küçümsediğimden değil haşa- ama nasılsa çıkacaksın, nasılsa İstanbul için tırmanman gereken merdivenlerden yine birer ikişer atlayacak, yine yakıştığın yerde olacaksın.
Şu anki tutsaklık sürecine gelince; asıl dışarıdakilerin tutsak, oradakilerin özgür olduğu bir halin içine düştük. Biz kafayı kaldırdığımızda kasvet, sis, fabrika dumanı, baskı ve tasvirli bir zından görüyoruz. Muhtemeldir ki sizin gökyüzünüz, onu görmediğiniz ve düşlediğiniz için, sizin yarattığınız bir gökyüzü olduğu için yani, yaratılmış olandan, yani bizim gördüğümüzden, yani bize sunulandan çok daha berrak, özgür ve mavidir. O yüzden sen anlatsana bize; gökyüzü nasıl, özgürlük nasıl bir his? Ne büyük lütuf, kaybedecek bir şeyi olmaması insanın.
Ben çocukken Eskişehir’den dönüşte, kantin işi bir bisküvi kartonunun içinde güvercin getirmiştik eve. Tahta bir kafes yapacak, arkadaki büyük balkonda bakacaktık. Alışıyorlardı, yaşıyorlardı ancak uçmalıydılar. Takla atıp pike yapmalıydılar. Uçamamalarına içimiz sızladı ama yalnız kendini düşünüyor insanoğlu. Uçsunlar istedik, tek şartla: Bizim izin verdiğimiz kadar. Köye sorduk, “Kanatlarını bantlayın” dediler. Uzağa gidemesin, balkonu da ezbere biliyor ya hani, gidemeyince aşina bir yer bulup geri dönsün. Biz kanatlarını bantladık, sözde saldık bizim güvercinleri. Havalandılar, hakikaten de parlak bir kalkış yapamadılar. Biraz gittiler, sonra şehrin kalabalığın içinde yittiler. Geri dönmediler. Uzaklaşmadılar, istedikleri yere gidemediler, bantlar ömür boyu silinmeyecek bir iz yaptı kanatlarında, hatta öldüler belki ama geri dönmediler.
Ben bu toprakların devrimcilerini hep bizim o mülteci güvercinlere benzetirim. Belki istediğimiz yere kadar gidemeyeceğiz, belki bantlayacaklar kanatlarımızı, belki irtifası daha da kötü bir yere düşeceğiz, belki kurdundan kedisine ekosistemin pek çok canlısından birinin öğle yemeği olacağız. Belki öleceğiz ama dönmeyeceğiz. Yine de bu son ihtimal; ne kendimiz, ne de sevdiklerimiz için asla düşündüğümüz bir şey.
Güzel günlere her zamankinden fazla inanmamız gerekiyor. Hem güvercinlerin kanatlarını tutan bantların fabrikasyon olduğunu, yapışkanının zayıflayacağını, tükeneceğini yani. Ama o ürkek sandığımız güvercinin varoluşunda; sipariş değil, Hakk’tan gelen bir kudretin olduğunu, Hakk’ın zırhının ardında siper alanlardan daha iyi bilenleriz biz.
Ben otuz sekiz yaşındayım abi. Yıllarca, “Bir oğlum olsa adını ‘Kartal’ koyarım” dedim, Beşiktaş’tan sebep. Gel gör ki soyadım Koç, çocuğun künyesi akşamüstü uykusunda açık kalmış bir belgesel ismi gibi olacaktı. Kartal isminden vazgeçtik o yüzden. Sonra adını Mahir koymak istedim hep, muhtemelen senin isminin konuluşuyla aynı sebepten. Sözüm vardı kendime, oğlum olursa onun adını koyacaktım. Şimdi yaş gereği baba olma umudum eskisi kadar canlı değil belki ama Bugünden sonra bir oğlum olursa sadece onun değil, ikinizin adını koyacağım. İkimizin adı aynı, arada ne fark var demezsin de, ben yine de söyleyeyim. İsimler aynı olsa da artık iki ayrı can, iki ayrı sebep belirleyecek, gelecekteki Mahirlerin adını.
Üstelik benim gibi soyadı sorunun da yok senin. Bütün memleket şahit, polat gibi bükülmezliğine. Hani polat, bir türkü sözü olarak Eski Libas’ta geçer. ‘İbrişimden nazik sandığım güzel, meğer polat gibi bükülmez imiş…’ Güzellik ve kalpsizliğin birbirine olanca karşıt hissiyatıyla yazılmış bu dizeyi de sen çürüttün. Polat gibi bükülmezliğini korurken dahi ibrişimden nazik ve güzelsin.
Biz seni orada bulunduran şeyin ne olduğunu biliyoruz. Muhtemelen bu mektuplar da bir heyetin onayından geçerek sana ulaşıyor. O yüzden biz bizeyken söyleyecek daha çok şeyim var sana. Sen şimdilik, Nazım’ın dediği gibi, “kurtuluştan önce yani” Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeden ve bir çınarın altına talip olmadan çok çok daha önce, hepimiz bu dünyadayken, yaşarken koynunda sakla çok sevdiğin ustamızın sözünü.
Ve çağın en büyük destancısı Yaşar Kemal’i de mutlaka al yanına, umutsuzluğa düştüğünde, Teneke’nin o büyülü öğretisini hatırla. “Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin.”
Doğruyu her gün, her şafakta yeniden yaratacağız. Sen yenileceksin, biz yenileceğiz, yenile yenile kazanacağız. Güvercinlerimizin izli, hisli kanatlarından bin selam Mahir abi. Belki hiç doğmayacak oğlumun, kuşkusuz hiç ölmeyecek isim babası,
Merhaba…
Doruk Koç
03/04/2025
Ankara”