Google Play Store
App Store

Ağustosun 16’sıydı, geri dönülemeyecek yere gitti ansızın, veda etmedi kimseye. Mavi siyah karanlığın içinde en parlak yıldızlarımdan birisidir şimdi.

Mavi siyah karanlıkta parlayan

Dostlukların övgüye ihtiyacı var mı bilmiyorum; belki de özen göstermek, saklamak, korumak, kendine ayırmak gibi bencillikler hoş görülebilir ya da paylaşırken yanlış anlamış olma kaygısıyla hareket ediyoruzdur. Bütün bunlar için insanın cesur olası gerekir. Cesaret bana o artık yinelenemeyecek cumartesi buluşmalarında bulaştı. Daha pazar gününden gelecek cumartesiyi iple çekerdim. Kimi zaman uzun sessizliklerle, kimi zaman bir ırmak gibi akıp giden sorular ve yanıtlarla geçen gecenin sonunda evlere dağılma vakti geldiğinde, kendi evime ulaştığımda o günün muhasebesini yapar, sorularımın ilkelliğinden utanır, yalınlığıyla beni kendime getiren yanıtları yinelerdim.

***

Anlatırdı, dediğim gibi en karmaşık sorulara yalın ama boşluk bırakmayan yanıtları vardı; yanıtların iç mantığının daha pek çok başka soruyu da yanıtladığını daha sonra fark ederdim. Sorardım, kendimce zamanımızın çözülmemiş sorunlarını dile getirdiğimi düşünerek, anlat bana derdim, nereye koyacağız biz Lenin’i? Tehlikelidir ama kestirme çözüm arıyorsun öyle mi? Öyle. Dinle öyleyse. Lenin Marx’ı her konuda içerip aşan bir Marx yorumcusu değildir. Yazdım aslında, gözünden kaçmıştır ya da üzerinde düşünememiş olabilir misin? Kırmazdı, utandırmaya çalışmazdı; şöyle bir benzetme yapalım, Marksizm tıp bilimi olsun, Lenin de bir aşı. Hastalıkları ölümleri önlemek için çözümler bulamayan bir tıp bilimi işlevsizdir. Anladım derdim, şu ya da bu hastalıklara karşı geliştirilen aşı tıp bilimin yerine geçemez. Tamam benzetmeler topaldır ama aşıyı küçümsemek de bilimin yerine koymak da olmaz; öyle mi, öyle, kimi zaman metaforlar işe yarar.

Susardım, bir zamanlar Marx okumadan okuduğumuz ve pek işlevli saydığımız kendi iç tartışmalarımızda pek “işimize yarayan” İki Taktik, Çocukluk Hastalığı eserleri gelirdi aklıma. O kitapların sol içi polemiklerde kullanıldığını anımsar, asıl hedefin devrim olduğunu hiç unutmayan Lenin’in nasıl cesur ve inatçı bir Marx okuyucusu olduğunu, Hegel’e kadar uzanan bir okuma tutkusuyla çalıştığını tam olarak anlar mıydım emin değilim.

***

Farklı ülkelerin kapitalizmi birbirine benzemez türünden yaklaşımların saçmalık olduğunu da ondan öğrendim. Kapitalizm herhangi bir yerellikle damgalanmadan genel olarak kuramlaşmıştır derdi o. Kapitalizm kapitalizmdir, diye sloganlaştırırdım ben de hemen. Aldırmazdı, pencereye döner dışarıya bakardı. Ama devrim kuramı bu türden bir genellik ya da evrensellikle tanımlanabilir mi? Devrim kuramı evrensel değil midir peki, diye sorardım biraz da kışkırtmak için, aldırmazdı; değildir diye sürdürürdü, devrim kuramı yerelden kaynaklanan verilerle, girdilerle oluşur; üstyapı etkin bir alan olarak devrededir; kapitalizmin genelliği ile devrim kuramının yerelliği arasındaki ilişkidir ufuk açıcı olan.

Bu kapsamda bir şey daha söyleyeyim derdi, polemiklerin hemen her zaman malzemesi olmuş iddiaları elinin tersiyle iterek, Marksizm neden üstündür biliyor musun? Üstündür başka ne olabilir ki derdim, kanıta gerek var mı? Gülerdi, öyle değil, iyi dinle, Marksizm, ideolojik konumlanmalarda, siyasal eylemde, strateji ve taktiklerde kapitalizme son verme iddiasını hiç terk etmez. Bunun nasıl olabileceği konusunda en esnek siyasetlere alan açan da odur. Marksizmin üstünlüğü, en derin kuramsal düzenlemelerde bile somut siyasete tercüme edilebilecek bir açık uçluluk taşımasıdır. Bu da devrim kuramıyla kapitalizmin genelliği konusundaki tartışmayı bitirmez mi? Bitirir mi diye baktı yüzüme her zamanki ince gülümsemesiyle. Akşam olurdu sonra, ikili sohbetin sihri bozulur, benim kımızı şarabım onun ve masayı zenginleştirenlerin rakısıyla güncelin dertleri ve onun hüzünlü neşesiyle kapanırdı gece.

***

Daha sonraki cumartesiler de alçakgönüllü arkadaşımın bilgeliğiyle, kimi zaman neşeli, kimi zaman yazdığım yazılarla ilgili incelikli eleştirileriyle kararan yüzümü teselli eden şakalarla sürerdi. Son cumartesilerden birisinde bütün-parça ilişkisi konusunda lügat paraladığım yazılarımdan birisini gündeme getirme cesareti gösterdim. Tamam dedi, sen değindin bu konuya ama bir de ben özetleyeyim kendime göre, diye zarif bir giriş yaptı, benim cahil cesaretimle alay etmeden. Bütünlük kendini oluşturan unsurları önceler, diye başladı. Nedir bütünlük? Bütünlük toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş biraradılığıdır. Önceleme derken yanlış anlaşılmasın öncelik sonralıktan söz etmiyoruz. Bütün, her uğrakta kendini oluşturan unsurlarla birlikte var olur. Parçalar da ancak bütünle ilişkileri kapsamında kavranabilirler. Bütünü daha iyi kavrayabilmek için gerçeklerin yalnızca o andaki durumundan söz etmeyiz, toplumsal olguların, gerçeklerin güncel durumunun yanı sıra geçmişe ve geleceği uzanan bir bütünlükten söz ederiz.

Bir noktanın daha altını çizelim, diye bir iki dakika susar dikkatimin dağılıp dağılmadığına bakar sonra sürdürürdü; Kapitalist üretim tarzı kendi alanında öteki üretim tarzlarını, kalıntılarını, siyasal, ideolojik kurumları belirlemiyor, bunlarla birlikte toplumsal formasyonun tümünü belirliyor. Daha anlaşılır söyleyelim mi, diye sorardı. Söyleyelim, derdim yazdığım yazılarda yanlış anladığım, anlattığım noktaları hatırlayarak, Türkiye’de kapitalizm öncesi üretim tarzlarını, Kemalizmi, dinci ideolojiyi, siyasal partileri belirleyen bir kapitalist üretim tarzı yok, Kapitalist üretim tarzı bu öğelerle birlikte toplumsal formasyonu yani bütünü belirliyor, bütün de saydığımız öğeleri yeniden belirliyor.

Böylece bütünlük anlayışının toplumsal formasyon olarak somutlanması ile birlikte benzeyenler benzemeyenler, farklı olanlar olmayanların aynı anda bu bütünlük anlayışıyla somutlanabileceğini öğenmiş oldum. Örnek olsun diye söyleyelim, bu yapılmazsa düzen partileri ya birbirinin kopyası ya da birbiriyle ilişkisiz siyasal partiler olarak görülürler. Ama bütünlük ya da somutlanmış toplumsal formasyon anlayışı düzen partilerinin, siyasal hareketlerin ortak yanının kapitalizmi yeniden üretmek olduğunu ama her birinin bu ortak sahiplenmeyi, farklı ideolojik ve siyasal yaklaşımlarla gerçekleştirdiklerini gösterir, bir yudum içti ve sustu. Bu bütünlük anlayışı günümüzün pek çok olgusunu, tarikatları, üzerinde pek de derin düşünülmemiş NG olamayan sivil toplum aparatlarını, yeni toplumsal hareketleri ele alma sorumluluğunu da gündeme getirmez mi, diye araya girdim. Bu, etkisini aydınlar üzerinde derinleştirmiş postmodernizmle, onların verdikleri zararla ilgili bir konudur, dedi. Yüzünde bir gölge gezinir gibi oldu. Şimdi dedi, neşeli bir şeyler söyle. Ben mi dedim, dünyanın en iyi susan adamıyım ben, güldü, güldürdün işte, dedi. İçkisini yeniledi su ekleyince bembeyaz oldu. Hep öyle oluyor zaten. Hepimiz biliyoruz bunu. Neyi biliyoruz, biliyor muyuz?

Burada aktardıklarımdaki kusurlar, hatalar, çırağın hesabına yazılmalıdır. Pek çok konuyu o zaman geçtikçe kısalan sürede öğrendim, gelecekte neler olabiliri kehanet değil öngörüler olarak anlattığı bir söyleşisini okudum sonra, okudum ama üzerinde konuşma fırsatını, tükenen zaman elimizden aldı. Ağustosun 16’sıydı, geri dönülemeyecek yere gitti ansızın, veda etmedi kimseye. Mavi siyah karanlığın içinde en parlak yıldızlarımdan birisidir şimdi.

Kimi anlatıyorum ki ben böyle hüznün ve kederin ağır havası içinde, biliyorsunuz; bu alçakgönüllü, tarife sığmaz bilge kişinin adı Metin’dir soyadı Çulhaoğlu.