Google Play Store
App Store

Eylül ayı enflasyon verileri, Mehmet Şimşek’in bütün “dezenflasyon programı” iddialarının içinin boş olduğunu gösterdi: hem aylık hem de yıllık oranlar arttı. Bu verilerin hemen ardından Şimşek’in “arzı artıracak tedbirler alıyoruz” açıklaması, programın düşünsel olarak çöktüğünü ilan eden bir itiraftı. Göreve geldiği günden bu yana enflasyonu “talep kaynaklı” olarak tanımlayıp ücretleri ve emekli aylıklarını baskılayan, kredi kanallarını daraltan bir ekonomi yönetiminin, şimdi “arz” kavramına sarılması; kendi söyleminin duvara tosladığının açık göstergesidir.

Şimşek’in bugüne kadarki politikası, emekçilerin gelirini bastırarak “talebi dengeleme” üzerine kuruluydu. Ancak bu yaklaşımın sonucu, halkın satın alma gücünün çökmesi, yoksulluğun kitleselleşmesi oldu. Buna karşın fiyatlar yükselmeye devam etti.

Bugün “Arzı artıracağız” diyen iktidar, aslında sorunun yanlış yerde arandığını geç de olsa kabul etmektedir. Ancak bu kabul, bir çözümden çok, iflasın sözel biçimidir. Çünkü “arzı artırma” iddiası, üretim kapasitesine, yatırım iklimine ve teknolojik bağımsızlığa ilişkin bir dönüşüm gerektirir; bu da sadece söylemle değil, kamusal bir kalkınma stratejisiyle mümkündür.

Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın “Türkiye’deki yastık altı altın stoku 500 milyar dolar seviyesinde, bu durum enflasyonla mücadeleyi zayıflatıyor” açıklaması da bu çaresizlik tablosunun bir başka yüzünü yansıtmaktadır. Çünkü bu tür açıklamalar, enflasyonun nedenini yine halkın davranışlarında arayan klasik bir günah keçisi yaratma refleksidir.

Oysa halk, tasarruflarını yastık altında, lirada değil altın ya da dövizde tutuyorsa, bu iktidarın yarattığı durumun bir sonucudur. Enflasyonun kendisi zaten bu davranışı üretir. Halkın altınını piyasaya sürmekle enflasyonla mücadele edilemez.

Karahan’ın bu açıklaması, “vatandaş elindekini sisteme soksun ki biz daha rahat yönetelim” mantığının bir yansımasıdır. Ancak gerçek şu ki halk yıllardır tasarruflarının, ücretlerinin ve birikimlerinin sürekli eridiğini deneyimlemektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Enflasyon dönemsel etkiler nedeniyle yüksek geldi, mücadele kolay değil” sözleri ise, artık neredeyse rutinleşmiş bir mazeret dilini tekrarlamaktadır.

“Kolay değil” ifadesi sadece mazerettir. Madem bu kadar zor, bütün dünya bunu nasıl başarıyor? Bugün bizim aylık enflasyonumuzun altında yıllık enflasyon oranlarına sahipler. “Dönemsel” kavramı, sorunu geçici göstermek için icat edilmiş bir siyasi kalkan işlevi görmektedir. Ancak son üç yılda enflasyonun kalıcılığı, bu söylemin ne kadar boş olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fiyat artışları mevsimsel değil, yapısaldır.

Yani sorun meteorolojik değil, politikadır. Ve bu politika, emek gelirlerini bastırıp sermaye kârlarını koruma üzerine kuruludur. “Dönemsel” denilen bu süreçte, halkın yaşam maliyeti sürekli artarken, en yüksek kazancı sağlayanlara hiç bakmıyorlar.

Ekonomi yönetimin açıklamalarındaki ortak tema, enflasyonun nedenini sürekli halkta, çözümünü ise piyasada aramaktır. Halk “Fazla harcıyor”, “Altın biriktiriyor”, “Tüketimi dizginlemiyor”; o halde çözüm, ücretleri kısmak, dolaylı vergileri artırmak, altınları bozdurmak...

Bu yaklaşım çürüktür. Çünkü enflasyonun nedeni gelirini korumaya çalışan emekçi değil, rantiyeye dayalı bir ekonomik yapıdır.

İktidar, belli kesimlere yönelik vergi aflarını, teşvikleri ve düşük faizli finansman kanallarını sürdürürken; enflasyonun yükünü ücretlilere, kiracılara, emeklilere yıkmaktadır. “Arzı artırma” iddiası da çoğu zaman bazıları için yeni kaynak transferlerinin kılıfı haline gelmektedir. Böylece, “arz yönlü” bir politika görünümü altında, sınıfsal ayrıcalıklar yeniden üretilmektedir.

Bugün yaşanan tablo, sadece ekonomik bir başarısızlık değil, aynı zamanda bir fikrî tükeniştir. Şimşek’in arz vurgusu, Karahan’ın halkı suçlayan açıklamaları ve Erdoğan’ın “dönemsel” gerekçeleri, aynı çaresizliğin üç farklı versiyonudur.

Bu söylemler, enflasyonun nedenini yanlış yerde arayarak iktidarın kendi payını görünmez kılıyor. Oysa enflasyonla mücadele, sadece talebi kısarak değil, gelir adaleti ve üretim yapısının dönüşümünü gerektirir. Bunun için de kamusal planlama, stratejik yatırım, gıda ve enerji bağımsızlığı, ücret güvencesi gibi adımlar zorunludur. Mesela, tarımsal üretimin ithal girdiye bağımlılığı yüzde 14,5’ten yüzde 22,4’e çıkmışsa, artık ‘arzı artıracağız’ diyemezsiniz; gıda fiyatlarındaki artışa ancak mazeret üretebilirsiniz

Ancak bugünkü yönetim bu yönde değil, tam tersine bir yeniden dağıtım mekanizması kurarak halkı daha da yoksullaştırmaktadır. Bu koşullarda “arzı artıracağız” demek, yalnızca bir mazeret ifadesidir; tıpkı “dönemsel etkiler” gibi, gerçekle arasına perde çeken bir siyasal dilin devamıdır. Demem o ki; iktidar çözüm değil, mazeret üretiyor ve bunu da koro halinde yapıyorlar.

Gerçek olan ise, milyonlarca insanın artık her ayın başında değil, her gün yeniden yoksullaştığıdır. Enflasyonu halk değil, iktidar yaratıyor.