Melih Cevdet Anday: Nesnelerin direncini kıran şiirin şairi

Güçlü Ateşoğlu

Nesnelerin bizi durdurması, engellemesi ve bizim en çok onların yansımasını onlar olarak yorumlayıp onları yarattığımız düşüncesine karşı ne söylenebilir? Zor bir soruyla başladık belki ama, cevabı şiir-felsefe ilişkisinde ortaya çıkabilir. Yeni olanı büyük bir yüce gönüllülükle ve de alçak gönüllülükle karşılayan Garip ve İkinci Yeni akımları–ki bunları birbirlerinden sınırları çizilmiş akımlar olarak anlamaya çalışmak ne kadar doğrudur, bilinmez–, doğanın sanatçıya oynadığı yaman oyunu, yani kendimizi yinelememizi tek olmuş-bitmiş şey olarak görmenin, doğanın bizi kendisine bağlamanın karşısındadır. Sanat burada yerinde sayar, çünkü nesneler bizi durdurur.


Anday, “Mor Bir Gün” başlıklı yazısında, ressam dostundan esinle, “nesnelerin dirençlerini yitirmeleri”nden bahsediyor. Nedir nesneler ve dirençleri? Yaratıma aykırı olan, biteviye aynı şeylerin tekrarı, dar anlamda bir materyalizm, deneycilik, ekonomizm ya da ne denirse buna. “Soy sanatçı” tabirini kullanıyor Anday; “Soy”un buradaki anlamı şu: İyi ve üstün nitelikleri bulunan, yetiştirilmiş olan anlamında celep; manzum bir söz aynı zamanda; çeşit, tür, cins değil. Diyor ki Anday, “soy sanatçı birkaç kez doğar, böylece de dünyaya alışma sakıncasından kurtulur, onu yeniden tanımaya, yeniden yaşamaya başlar.” Yeniden tanımak ya da yeniden yaşamak “sürekli değişim” anlamına gelmez; sürekli değişim “aramak”tır, bulmak değil, “bulma”ya geçmek gerekir. Picasso’nun da içinde bulunduğu ressamlardan bazıları bulamadıkları için intihar etmişlerdi, yaşamlarının tek anlamı bulmaktı, aramaksa nafile bir çaba olabilir. İnsan da yaşamında bulamaz, arar, nafile kalır. Anday şiir için, şair için bunu düşünüyor. “[S]anatta bulma, yaratma demektir” diyecek.

Paul Valéry’nin bir yazısındaki şiir ile düşün (bir başka deyişle, şiir ile fikir, kavram, düşünce, ide) arasındaki ilişkiye gönderme yapıyor Anday. Burada "düşün" denilen şeyin aslı cogitate, contemplatio, meditate de olabiliyor, yani düşünce/cogito, temaşa ya da meditasyon. Bu ikisi arasındaki ilişki için Valéry, “Düşün, şiiri çok yukarılardan yönetir, ona yaklaşmaz, ama düzyazının içine girer, ona yerleşir” diyor. Şiirsel ya da poetik olan ile düzyazı arasındaki fark İkinci Yeni için olduğu gibi, Garip akımı için de kendini gösteren bir fark. Bunun izlerini Schlegel ve Hölderlin’de de görüyoruz (başka bir yazıda buna değineceğim).

Anday için de, tıpkı Cansever ve Berk için olduğu gibi, şiir oluşan bir şey, kendine gelen bir yapı arz ediyor. “Bir sergi, bir konser, bir oyun, bir şiir kitabı bizler için akıl tapınağıdır; orada düşünür, sezer, sanatın gizlerini bulmaya çalışır; bu da bize mutluluğun yollarını açar” diyor Anday. Kendisinin pek çok edebi eser ortaya koyduğu düşünülürse, bunların içinden geçen bir akıl, bir akıl şiiri ya da şiirin aklı olduğu göz ardı edilemez. Ama giz hep var, çünkü morun hem sıcağa hem soğuğa yakın olması gibi, yaşamın hem mutluluğa hem de acıya yakın olduğunu görüyoruz. Mutluluk düşüncesine yer vermemiz lazım daha sonra. Salt iyi olanı isteme, irade yetmez; basireti mutluluk tamamlar.

Şiir üzerine güçlü yorumun bir anlatının ötesinde olduğunu düşünüyorum. Garip ya da İkinci Yeni’nin ayırt edici tarafının anlatmadan ya da anlamadan ve betimlemekten çok, içselleştirilmiş bir kavrama, kavrama ulaşmalarında, bunu da sadece soyuta kaçmadan yapabilmelerinde, soyut ile somutu birlikte ele almalarında yattığını iddia ediyorum. Bu benim asıl ilgimi çeken nokta.

“Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir” demiş Melih Cevdet. Şair bir felsefeci olarak zemine diğer şairler gibi şiiri almıyor sadece, felsefeyi içeren, yer yer felsefeyi zemine alan bir poetikası var diyebiliriz. Burada Anday’ın felsefeye dair söyledikleriyle kendimi sınırlamak istiyorum.
Melih Cevdet Anday’ın toplumsal düşüncesini belirleyen şeyin Aydınlanmacı laik anlayış olduğu herkesçe aşikâr. Batı’da dinin toplumu belirleyici karakterinin bir çatışmaya neden olduğu, bu çatışmaların içinden geçen toplumun laiklikle buluştuğu, onun için olduğu gibi bizim için de geçerli düşünce. Dikkat çekici nokta, düşüncenin ortaya çıkışıyla ilgili. Nasıl ki Antik Yunan’da halk katmanlarının, sınıfların değil tabii, kendi iç gelişimlerini sürdürmeleri, kendi meşruiyetlerini sağlamak için kendi düşüncelerini meşrulaştırmak ve temellendirmek için siyaset teorisini ortaya koymaları sonucu demokrasi fikri doğmuştur, aynı şekilde Batı’da on yedinci yüzyıldan sonra ortaya çıkan ve çekişen, çatışan sınıflar yoluyla da bu çatışmanın ve mücadelenin sonunda düşüncenin ya da en genelinde teorinin geliştiğini görüyoruz. Yeni bir sınıfın, burjuva sınıfının Devrim’le birlikte palazlanması ve kendine meşruiyet alanı bulması düşünceyi geliştirici en önemli hadiselerden biridir. Özgürlük düşüncesiyle insan olma, birey olma, kişi olma arasında dolaylı ya da dolaysız bir ilişki vardır. İkinci Yeni’de de, özellikle Edip Cansever’de de kişi-olma, kişilik, belirleyici unsur olarak durmaktaydı, geçmişin boyunduruğundan kurtulma anlamında; yeni olan, içerikte ve formda, özde ve biçimde yeni olmaktı, öz ile biçimi birlikte düşünerek.

Melih Cevdet Anday, bizde Cumhuriyet’le birlikte doğurulmuş, bu tabir benim, bir burjuva sınıfının olduğunu fakat tarihsel anlamda devrimci bir karakter, dolayısıyla ilerici bir hüviyet kazanmadığını belirtiyor. “Bizde… gecikmiş burjuvazi bir türlü devrimci olamamıştır. Devrimci olmak şöyle dursun, yaşamını sürdürmenin güvenliğini, ‘kutsal geleneklerimiz’ adı altında, gericiyi okşamakta bulmuştur” diyor. Şimdinin farklı olmadığını görmek çok güç olmasa gerek. Kutsal olan ile burjuvazinin hiç bitmeyen valsi.

Batı’da tarihsel bir zorunlulukla dinî düzenden laik düzene geçildiğini, tarihin bunu gerektirdiğini söylerken Anday’ın görüşü Marksist bir görüş olarak kendini sunmakta. İkinci Yeni’de, özellikle Edip Cansever’de ya da Cemal Süreya’da yeni olan, onların bağlamında şiirdir bu kuşkusuz, kendini zorunlulukla ortaya koyar. Batı’da yeni sınıfların ortaya çıkışı ve onların gelişim gücü dinin ya da kilisenin buyurduğu yaşam biçimiyle şiddetli bir çatışma içine girmişti. “Bir ölüm kalım çatışmasıydı bu” diyor Anday. Yeni sınıf demek, devrimle ve yeni yaşam biçimiyle özdeş bir şey demek; yeni yaşam biçimi de dinî dogmatizmin yerine dinî olmayan düşüncenin kendisine alan açması demek olacak. Bu çatışmayı bizim yaşamamamız, toplumsal olanın laik karakterinin tepeden inme gerçekleştiğini gösterir.

Burada kritik olan, Anday’ın aydınımızın rolü üzerinde durması. Laikliğin ya da devrimin bir süreklilik arz etmesi gerekir, bu bir tarihsel gerçektir ama aydınımız bu sürekliliğin sağlanması sorumluluğunu ya da ödevini yerine getirememiştir ona göre. “Neydi bu görev?” diye soruyor ve “Cumhuriyet aydını[nın], Tanrı’ya inanmak-inanmamak karşıtlığı ile yetin[diğini]” belirtiyor. “Önemli olan[sa], bu bölümlemenin bir değer yargısı niteliğini taşımasıdır.” Şimdi felsefeye geldik. Nedir bu değer yargısı? Aydının Tanrı kavramı üzerinde durması. "Bizde bu olmadı" diyor Anday. Basit gibi gelebilir saptaması ama önemli. İnanma ya da inanmamayı araya katmadan kavramın kendisine bakmak. Nasıl ki yüzyıllardır devlet kavramı, güzellik kavramı üzerine düşünülüyor, bilimsel yöntem gereğince Tanrı kavramının da bu şekilde incelenmesi, dinden ayrı olarak, soyut bir kavram olarak ele alınması gerekiyor. "Batı’da yapılmış olan, bizde yapılmamış olan budur" diyor Anday. Bu konuda yapılmış tek sistematik çalışma, tabii Anday’dan sonra, İnanmanın Felsefesi: Özebakışçı Bir Giriş eseriyle Uluğ Nutku’ya aittir. Bir sonraki Anday yazısında, “felsefesiz aydın, felsefesiz toplum” düşüncesiyle ikinci adımı atacağım.