Google Play Store
App Store

Ayşe Barım’ın Gezi direnişinin organizatörü olarak anılması, oyuncuların asılsız suçlamalar ile ifadeye çağrılması ile süreç tamamen iktidarın kontrolünde hem Gezi direnişini hem de bu direnişe katılan oyuncuları itibarsızlaştırılarak kendi gerçeklikten kopuk ancak somut yaptırımlara açık anlatılarını güçlendirmiş oldular.

Mesele birkaç dizi meselesi değil arkadaş

Recep Yılmaz - Yönetmen

TRT’nin tabii isimli dijital platformu ile dijital dizi film yayıncılığı sektörüne dahil olması ve hatta Avrupa maçlarını yayınlamaya girişmesi, bu Platform dünyasına girişi gürültülü oldu.

Türkiye’de dijital sektörün en büyük oyunculardan biri olmak ya da en azından pastanın kremalı tarafını kapma isteği bizi önce futbol yayıncılığına götürdü. Yabancı liglerin Türkiye’de yayınlanan maçlarında illegal bahis reklamları yapıldığı iddiasıyla sektördeki platformlara soruşturmalar açıldı. Tabii ki tabii hariç. Diğer platformlar son derece teknik bir imkânsızlıktan, yurtdışından gelen sinyale müdahale edemedikleri için önlem alamadıkları illegal bahis reklamları sebebiyle cezalandırırken, devletin dijital platformu bu “suçtan” muaf tutuldu.

Ancak TRT’nin yargı destekli dijital hevesleri maç yayınlarıyla sınırlı olmadı. Son haftalarda Ayşe Barım ismini çokça duyduk. İktidar medyası içerisinden başlatılan bir “tekelleşme” tartışması büyük bir hızla önce soruşturmaya, sonra davaya, en sonunda ise büyük bir hukuksuzluk ve gözdağı verme stratejisiyle bir Gezi tutuklamasına dönüştü. Bu son hamleyle, meselenin aslında asla Ayşe Barım ile hatta sektörde kökleşmiş sorunlarla alakalı olmadığı, iktidarın yepyeni bir ajanda peşinde olduğu artık herkesin malumu haline gelmiştir. Muktedirlerin kontrol altına alamadıkları alanları zorla ele geçirme mücadelesi bu ülkenin, hatta bu toprakların tarihi ile yarışır olmasına rağmen son dönemde geldiğimiz nokta aslında bizi Kırmızı Pazartesi Almanya’sının sınırına kadar getirmiş durumda.

Dolayısıyla Gassal ile12 yıl sonra akla gelen bir Gezi tutuklaması arasındaki mesafenin kısalığı; sosyal ya da yazılı medyada ortaya atılan iddiaları ve yaşanılanları ülkedeki en temel siyasi çelişkiden bağımsız okumaya çalışmanın aslında bizi tam da iktidarın istediği çıkmazın içerisinde boğulmaya nasıl ittiğini bir kez daha gösterdi.

Bir anda iktidara yakın medyadan 23 senedir hiç de dert edinmedikleri, hatta teşvik ettikleri türden bir suçlama (tekelleşme) ile başlayan sektör tartışması hızla bambaşka bir yere evrildi. Bir menajerin bütün dizi film sektörünü domine ettiği, oyuncularını para karşılığı reklam ilişkilerine soktuğu vb birçok iddia ortaya atıldı. Muhalif olarak bilinen bazı oyuncuların ise tekelleşmeyi tartışmak yerine kişileri tartışması ile aslında iktidarın tam da istediği alan açılmış ve istediği ayrışma oluştu.

Sektörde yıllardır yaşanan adaletsizlikler ve sorunlara dair iyi niyetli tartışmalar yapılsa bile, bu tartışmayı ortaya çıkaran, teşvik eden, konuşulur kılan iktidar, en nihayetinde hedeflediği gibi odağı istediği alana kaydırabildi. Tam da istenildiği gibi Ayşe Barım gündemi öncelikli olarak bu tekelleşme iddiası ya da sektör içerisindeki güç dengesizliği yerine işin magazinel tarafı ile anılmaya başladı ve bir anda enflasyon ve hayat pahalılığı rekorları kıran, her gün bir yeni hukuksuzluğa imza atılan ülkenin ana gündemi haline geldi.

Ayşe Barım’ın Gezi direnişinin organizatörü olarak anılması, oyuncuların asılsız suçlamalar ile ifadeye çağrılması ile süreç tamamen iktidarın kontrolünde hem Gezi direnişini hem de bu direnişe katılan oyuncuları itibarsızlaştırılarak kendi gerçeklikten kopuk ancak somut yaptırımlara açık anlatılarını güçlendirmiş oldular.

Zamanında “Vitaminsiz Goebbels” tarafından söylenen “Kültürel hegemonyanız da bitecek” sözlerinin bugünkü ihtiyacı olan bu operasyonlar geçmişte iktidarın bu konudaki onca başarısızlığından sonra istediği mutlak sona baskı şiddet ve asılsız suçlamalar ile yürümeye başladığını gösteriyor.

Gezinin hâlâ iktidar için aşılamamış bir ruhsal hasar verdiği gerçeği bizi hâlâ umutlandırsa ve gururlandırsa da bir yandan Gezi üzerinden alakalı alakasız insanların hukuksuz yollarla korkutulması iki tane daha sorunu önümüze koyuyor. Geçmişte cemaatçiler ile giriştikleri hukuksuz saldırıları bugün kendi imkânları ve bir dışsal müttefike bağlı kalmadan, iç çelişkiler doğurmadan yapabilmeleri bu tür süreçlerin neticelenmesini hızlandırırken, toplumsal reflekslerin zayıflaması ve yönsüzlüğü sebebiyle hepimize hukuk adalet ya da kanun kavramlarını rafa kaldırmış bir iktidar ile tek tek ve yalnız bir yüzleşme ve mücadele halini dayatıyor.

Kültür sanat hegemonyası kurma gereksinimi ile girişilen yolun sonunda bir oyuncu menajerinden ayaklanma lideri çıkaran bu fantastik ama gerçek baskı ortamının gösterdiği bir başka hakikat ise on yıllardır bu iktidara karşı mücadele veren milyonlar ile konjonktür güvenli gediğinde muhalif olduğunu iddia edenler arasında bir ayrıma doğru bizi sürükledi. Bunun sonucunda ise geçmişten günümüze birçok örnekte ve karşı karşıya gelişte tanık olduğumuz, temeli ve zemini sağlam olmayan muhalefetin, sorumlusuna, arkasındaki sisteme itiraz edemeyen “suskun” bir karşıtlığın hiçbir zaman sonuç yaratamadığı, sadece güncel şartların ihtiyacı olarak popüler isimler ve söylevler yarattığını da gösterdi.

Bütün bunların sonucu ise bu saldırıların asla ve asla kültür sanat özelinde kalmayacağını da bizlere her gün tekrar tekrar hissettiren bu Saray rejimine karşı sıramızı beklemememiz gerektiğidir. 12 yıl sonra bile rahat bir uyku uyuyabilmek için hakkında yeni iddianameler uydurulan Gezi’nin gücü, birliğimizden geliyordu. Bugün başka kültür sanat alanlarında bulunan ve bu sopaya farklı biçimlerde maruz kalan herkesten başlayarak, sosyal medya sınırları dışına taşarak hayata gerçekten temas eden birleşik ve bütünleşik bir karşı duruş da ekmek kadar, su kadar zaruri hale gelmiştir.