Bu hafta milli maçlar yüzünden ara olunca yazılara da ara vardır diye dün hiç yazmaya kalkmadım. Haliyle editör tayfası (saygıyla anıyorum) “Arkadaşım sen futbolcu musun? Süper Lig misin sen? Sen hayırdır?” deyince oturup yazmak zorunda kaldım. Bir günlük gecikme bundan yani. Gerçi tam günüm de belli değil ama ola ki aranızda “Bu keltoş neden yazmadı yav?” diye düşünenleriniz varsa diye baştan söylüyorum: TAMAMEN BENİM HATAM!


Geçen hafta Avrupa maçlarında deplasmana giden takımlarımızın oynadığı rakiplerin tribünleri konuşuldu hep. “Avrupa’da böyle bir şey yok!” diye diye Hıncal Uluç ve türevleri ülkemiz tribünlerini ve tribün kültürünü öldürdüler. Şimdilerde Avrupa tribünlerine bakıp iç geçiriyoruz. Ben ilk 1. FC Union Berlin maçına gittiğimde çok şaşırmıştım. Maraton diye tabir ettiğimiz (Duruma göre Kapalı dediğimiz.) tribünlerde koltuk yok ve herkes ayaktaydı. (Stadyum içinde bira satılıyor olmasını zaten geçiyorum.) “Herhalde bunlar Bundesliga 2’de ya ondan öyle” dedim. Bundesliga’ya yükseldiler hâlâ öyle. Almanya Avrupa değil mi? “Oturarak maç izleyelim!” saçma fantezisi yüzünden tüm tribünler koltuklu oldu. Taraftar şimdi koltuk üstünde zıplıyor. Galatasaray’ın yeni Ali Sami Yen’deki ilk maçında kale arkası tribünlerdeki açılır kapanır koltukların hepsi kırılınca eski usül dandik koltuklar kondu oralara. “Meşale yakmayalım! Stadyumda meşale yakanı katıksız hapse atalım! Avrupa’da bunlar bitti artık!” dediler. Her hafta Avrupa liglerinde yapılan maçlara bakıp “Negzel tribün yaa” diye meşale şov izliyoruz.

Stadyumları şehir dışına taşıyalım mevzusu başladı en son. Ali Sami Yen Stadyumu ilk açıldığı 1965 yılında belki inanmayacaksınız ama gerçekten şehir dışındaydı. Sonra Mecidiyeköy’den Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolu geçti, derken şehir kuzeye doğu işgal edildi ve 2000’li yıllarda Galatasaray, stadyumu yenilemek isteyince “Burası şehrin göbeğinde, çok trafik oluyor!” denilerek (Mevzu tabii ki başkaydı Bkz. Torunlar) Ali Sami Yen Arena seçeneğine geçildi. Mecidiyeköy hâlâ Umut Sarıkaya’nın çizdiği gibi fakir din cehennemi olarak görevini sürdürüyor. Herhangi bir değişim olmadı. Zaten de nasıl olsundu? Zaten de amaç o değildi. Fenerbahçe Stadyumu’nun Kadıköy - Salı Pazarı trafiğinin nedeni olmadığı gibi Ali Sami Yen de Mecidiyeköy trafiğinin sebebi değildi. Tıpkı şimdi TEM trafiğinin nedeninin henüz 10 yıllık olan Ali Sami Yen Spor Kompleksi’nin olmadığı gibi. Üstelik 10 yıl önce açıldığında buraya metro bile yoktu. Ulaşım imkânsız gibi bir şeydi. (Gerçi ulaşım problemi hâlâ çözülemedi ama olsun) Şimdi 52 bin kişilik stadyumun dibinde gökdelenler, siteler ve hatta inanmayacaksınız ama hastane var. 20 yıl sonra birileri çıkıp “Bu stadyumu şehir dışına taşıyalım çünkü burada çok trafik oluyor, üstelik hastaneyi rahatsız ediyor” diyeceklerdir. Derler. Çünkü maalesef ülkemizde her şey o güne ve o günün şartlarına göre ve çoğunlukla da yanlış değerlendiriliyor. Önce kağıt ve aspirin şapkaları elimizden aldılar, sonra tribünleri böldüler (Bkz. Adnan Polat) sonra koltukları yerleştirip kapasiteleri düşürdüler, sonra meşaleler ve konfetiler gitti, sonra zaten Passolig denen haraç mekanizması geldi (Sen istemek maça gitmek, vereceksin bize her sene 67 TL.) Şimdi de stadyumları şehir dışına taşıyalım, taraftar olmayı iyice marjinalleştirelim kafasına geldik. Spor alanları şehir dışına taşındıkça bizim gibi ülkelerde o “Şehir Dışıların” şehir içi tarafından yutulacağını hesap edememek ise ne tarz bir vizyonsuzluk gerçekten bilemiyorum. Neyse zaten ülkemizde futbol uzun zamandır hem bütçe hem kalite olarak bitti. Tribünler de yavaş yavaş ölüyor artık. Belki de haklılar. Yıllar sonra futbol izleyicisi kalmayınca o stadyumlar fuzuli yer kaplayacaktır. En iyisi şimdiden yıkılıp yerine dev gökdelenler yapılsın. “Ne alaka yaa? Tek seçenek gökdelen yapmak mı?” diyecek sevgi dolu, saf insanların gözlerinden öperim.
Son stadyum şehir dışına taşındığında, son meşale söndüğünde, son seyirci tribünden ayrıldığında beyaz adam rantını yiyecek yeni bir spor dalı bulacak.