Monthly Review Türkiye Serisi Ekim 2024 sayısı çıktı: Toprak sömürgeciliğinde yeni dönem
Derginin kapak konusu olarak seçilen John Bellamy Foster’in Antroposen’de Toprak Sömürgeciliği başlıklı yazısı ise insan eyleminin gezegenin başat belirleyicisi olduğu bu çağda, toprak üzerindeki sömürgecilik faaliyetlerinin rolüne odaklanıyor.

Yusuf Tuna Koç - Araştırmacı
Monthly Review Türkiye Serisi, 13. Sayısıyla geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluştu. Antroposen’de Toprak Sömürgeciliği başlığıyla çıkan yeni sayı, ülkemizde ve dünyada kapitalizmin güncel krizini ve tahribatlarını, farklı başlıklar üzerinden inceliyor.
Torkil Lauesen’in Göçün Ekonomi Politiği başlıklı yazısı, küresel kuzeye göç veren güney ülkelerinde yaşanan tahribatı ve göç üzerinden gelişen yeni bir sömürge biçimini inceliyor.
Andy Higginbottom’un Süper-Sömürü ve Kapitalizmin Emperyalist Dürtüsü yazısı, Marini’nin “bağımsızlığın diyalektiği” kavramı üzerinden, kapitalizmin emperyalist dürtüsü olarak süper-sömürüyü ve bunun gündelik hayattaki yansımalarını tartışıyor.
Cai Chaos, Yaşlılıkta Dinlenmek Yok başlıklı yazısında, küresel sermayenin emekliliği nasıl hedef aldığını, emeklilik yaşı geciktirme politikaları üzerinden inceliyor.
David Barkin, Juan Santarcagelo ile birlikte hazırladığı Latin Amerika’da IMF ve Sınıf Mücadelesi makalesi, Uluslararası Para Fonu’nun Güney Amerika ülkelerinde gelir eşitsizliğini nasıl büyüttüğünü ve kalıcılaştırdığını göstermenin yanında, ülkeler için alternatif, bağımsız politikaları tartışıyor.
Laurence H. Soup’un Dış İlişkiler Konseyi, İsrail Lobisi ve Gazze Savaşı başlıklı yazısı, ABD’de etkin olan Siyonist lobinin istihbarat ve finans alanındaki etkinliğini belgeliyor.
Sözde İlkel Birikimin Anlamı başlıklı Ian Angus makalesi ise Kapital okumasına dair dikkat çekici bir tartışma sunarak, Marx’ta ilkel birikim kavramının benimsenen değil eleştirilen bir terim olduğu iddiasını tartışıyor.

ANTROPOSENDE TOPRAK SÖMÜRGECİLİĞİ
Derginin kapak konusu olarak seçilen John Bellamy Foster’in Antroposende Toprak Sömürgeciliği başlıklı yazısı ise insan eyleminin gezegenin başat belirleyicisi olduğu bu çağda, toprak üzerindeki sömürgecilik faaliyetlerinin rolüne odaklanıyor.
Foster, yazısında özellikle Küresel Güney’deki Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin halen fosil yakıt ve mineral ihracatında zirvede olduğu gerçeğini öne çıkarıyor. Bu ihracatın büyük oranda bağımlılık ilişkileri ile gerçekleşmesinin doğrudan sonucu ise halen daha Küresel Güney topraklarının birer sömürge mantığı ile işlendiği ve hatta gasp edilerek kullanılamaz hale getirildiğine işaret ediyor:
“Özellikle Latin Amerika’da, ikinci savaş yıllarının erken döneminde üretimi ilerleten ithal ikameci sanayileşme döneminin yerini yakın zamanda hem tarımsal ürünleri hem de yakıt ve mineralleri içeren, hızlandırılmış kaynak hafriyatçılığı ve ilksel maddelere dayanan yeni bir bağımlılık çağı aldı. 2017’de, doğal kaynak kiralama vergileri (mineraller, yakıtlar, doğal gaz ve ormancı kiraları dahil) Kongo Cumhuriyetinin Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yüzde 43’üne tekabül ediyordu. Afrika’da kaynaklara ve yeni tarımsal topraklara yönelik talebin kıta çapında büyük toprak gasplarını artırması, yerli nüfusun toprak üzerindeki haklarını güvence altına alacak bir dekolonizasyon sürecinin başarısızlığı sayesinde gerçekleşebildi. Dünyanın her yerinde ada ülkelerinin geniş okyanus sahanlıklarındaki balıkçılık ve kaynak hakları çokuluslu şirketlere devredilerek yoğun bir sömürüye maruz bırakıldı. Yeni teknolojiler yeni nadir mineraller için küresel bir yarış başlattı, lityum madenciliğinde görebileceğimiz üzere. Uluslararası Finansın merkezi olan Küresel Kuzeyin büyük ölçüde Küresel Güneydeki ekosistem hizmetlerini metalaştırarak kontrolünü ele geçirmesinin sonucunda, önümüzdeki süreçte dünyanın en geniş ölçekte finansallaştırılması kapıda.” (Foster, Antroposende Toprak Sömürgeciliği)
Foster’in tartışmanın merkezine koyduğu toprak sömürgeciliği (extractivism) kavramı, ülkemizdeki bağımlılık temelli tarım politikaları açısından da önemli bir bakış açısı sunuyor. Özellikle AKP döneminde yoğunlaşan bir trend ile toprakların doğrudan ve dolaylı bir biçimde üreticilerden alınıp çokuluslu şirketlere devredilmesi, bu sürecin yaratacağı kısa ve uzun vadeli sonuçları anlamak açısından değerli. Türkiye’de son yıllarda üreticilerin kendi üretimleri ile hayatta kalabilmesinin giderek zorlaştığı, bu bilinçli mülkiyet değişimi ile üreticilerin proleter, ülke topraklarının ise şirket mülkiyeti haline geldiği süreç, toprak sömürgeciliğinin bir parçası. Bunun yanında ülkenin ormanlarının, verimli tarım arazilerinin, yerleşim yerlerinin Amerikalı ve Kanadalı altın şirketlerine peşkeş çekildiği, 500’den fazla siyanürlü altın arama ruhsatı dağıtıldığı bir süreçten geçiyoruz. Türkiye topraklarının çok ciddi bir kısmı, Küresel Kuzey sermayedarlarının kârı için zehirlenerek kullanılamayacak, insan dahil hiçbir canlının yaşayamayacağı bir yok oluşa sürükleniyor. Bunlara daha birçok ek yapılabilir. Dolayısıyla toprak sömürgeciliği, Türkiye açısından da önemli bir tartışma konusu haline gelmiş durumda.


