Sotakis’in Soluğun Mucizesi adlı romanı zihinsel alışkanlıklarımızı sarsan bir roman. Keskin ironisi, minimalist anlatısı ve karakterlerin anlatı içindeki gelişimlerinin seyreltilmiş ritmi öykünün kolayca alımlanmasını sağlıyor

Mucize duygusunun varoluşsal yitimi

EMRE ERBATUR

Meğer, Büyük Patlama ne ilkmiş ne de son. Maddenin sıkışıp kendi kütlesine dayanamayıp dağılması ve sonra yeniden, parçalarının çekim gücüyle sıkışması bizden önce binlerce kez olduğu gibi bizden sonra da binlerce kez tekrarlanabilirmiş. Bu doğruysa, acaba şu an kaçıncı senaryodayız, diye geçer aklımdan hatırladığımda. Sahi, kaç kere yaşamak isterdiniz? Yaşamı en sahici nasıl yaşarız? Yaşamı sahiden yaşamak ne demektir? Soluk alıp vermek mi? Yemek yemek mi? Sevmek mi? Yaratmak mı? Çalışmak mı? Peki, soluk alıp vermenin anlamı nedir?

Dimitris Sotakis’in Soluğun Mucizesi adlı romanı bu tür sorulara yanıt arayan ve zihinsel alışkanlıklarımızı sarsan bir roman. Keskin ironisi, minimalist anlatısı ve karakterlerin anlatı içindeki gelişimlerinin seyreltilmiş ritmi öykünün kolayca alımlanmasını sağlıyor, iletisinin seyrini sekteye uğratmıyor. Adsız anlatıcısının bünyesinde, modern çağın vasıfsız, babasız, hasta annesine bile bakmaktan aciz, işsiz, kimliksiz, nevrotik ve ironik bir biçimde 1980’lerden beri kapitalist toplumun kahramanı olarak müjdelenen ekonomik insanını gözümüzün önünde sönümlendiriyor.

RUHTAKİ UÇURUM

Anlatıcımızın eğitimini, yeteneklerini, dünya görüşünü, derin duygularını pek bilmeyiz. Sevgilisi Risa’yla ressam dostu Dito’ya yönelik duygularını, düşüncelerini de pek bilmeyiz. Yaşamı hakkındaki ayrıntılar tek tük imgelerle sunulur bize. Yüzeyseldir, insanları sevmez, benmerkezci ve duyarsızdır. En temel gerçeği işsiz olduğu ve acilen bir işe ihtiyaç duyduğudur. İşsiz bir hiçtir çünkü ekonomik insan. Yaşamının anlamı yoktur. Kişilikten yoksundur. Duygular ve düşünceler bedeninden, kemiklerinden sıyrılarak alınmıştır.

Onunsa gelecekten, hayattan bir alacağı vardır. Sırf soluk alabildiği için var olabildiğini, sırf bunun bile bir anlamı olduğunu hissedemez. Soluğun mucizesini fark etmeyen anlatıcı, tam da bu yüzden, o mucizenin varoluşsal özünü yitirdiğini de görmezden gelir ve babasızlığının, işsizliğinin, annesiyle ilişkisinde kristalize olan işe yaramazlığının, yetersizlik duygularının, işsiz olduğu için Risa’yla müreffeh bir yaşam kuramamanın acısını bir gösterinin başrolüyle çıkarmak ister. Nevrozunu buradan açık eder. Kapitalist başarı öykülerinin hep ona müjdelediği gibi kendi yaşamına sahip çıkamayan ekonomik insan, yaşamını gösteriye, kentini bir tiyatro sahnesine dönüştürüp hayatı da kendisine borçlu kalan bir düşman gibi görerek ruhundaki uçurumu kapatmak ister.

Bulduğu iş imdadına yetişir. Tek yapması gereken, evini, kendisine iş veren şirketin, başkalarının evlerine sığmayan, başkalarının atmaya da kıyamadığı eşyalarla doldurmasına izin vermektedir. Her eşya teslimatında bankadaki hesabına dolgun bir ücret yatırılmaktadır. Hesaptaki para giderek Risa’yla hayallerindeki lüks evi alacakları toplama ulaşmaktadır. Ona düşen, sabretmek, evine gelen tüm eşyaları, hatta eşyaların içine canlı canlı gömülmeyi bile kabullenmektir. Risa onunladır. Ressam dostu onun eşyalar içindeki resmini yaparak annesi, sevgilisi, artık bir işe yaradığına inandığı anlamlı yaşamı uğruna giriştiği mücadelesini ölümsüzleştirir, nevrotik gösterisini pekiştirip meşrulaştırır.

RUHUN ÖLÜMÜmucize-duygusunun-varolussal-yitimi-688147-1.

Bu onun en önemli gerçeğidir. Kentte başka neler olduğunun, insanların hapishanelerin duvarlarını yıkıp isyan etmelerinin bir önemi yoktur. O ekonomik insan olarak eşya dininin mürididir artık. Eviniyse bir hapishane olarak görmez. Orası artık bir mezar, bir sunak, kutsal bir ören yeridir. Son ana kadar, sırf ev ve maddi açıdan rahat bir gelecek uğruna sabretmesini söyleyen, eşyalardan hapishanesinde, kafesteki kuş gibi onu besleyen, sözüm ona cinsel doyuma ulaştıran Risa bile isyandan bahsederken umursamaz. Hatta isyancıların isyanına, onun beceremediği statükoyu kırma çabasına inanmaz.

Oysa ötekini, ötekinin hapishaneyi yıkma çabasını umursamak nevrozun kilidini açan maymuncuktur. Özgürlüğün anahtarı ötekini, ötekinin sesini, varlığını, soluğunu, soluma ihtiyacını en az kendimizinki kadar umursamakta yatmaktadır. Ama anlatıcımız bunu göremez. Bu umursamazlık onun emniyet supabıdır çünkü. Dinlerin adaletsizliğe isyanı törpüleyen yorumlanışı, ideolojiler, kapalı sistemler, mistisizmler, fedakârlıklar, özgürlük ve aşk diye yutturulan iki kişilik mastürbasyonlara dönüşen şehvet sarmalları bu türden bir güvence sunar bize, ezilmişliğimizi gerekçelendirip olumlar. Bu güvence gözümüze inen, dünyamızı tutarlı kılan, bizi kutsayan, avutan, uyuşturan bir perdedir oysa. Bu uyuşmanın panzehiri eşyaların ve eşyalaşmış kavramların kuşatmasını kırmaktan geçmektedir. İnsan, gerçekten insan kalacaksa, kafesteki kuş olduğunun, “karabasana çivilenmişliğin,” sevgiliyle mutlu yaşam düşününün “işbirlikçiliğe” dönüşme ihtimalinin, insan emeğini hamasete tahvil eden kutsallıkların yapaylığının, ekonomik insanın maruz kaldığı “hiçliğin despotizmi” altında, kurban, denek, nefer, işkenceci olunabileceğinin “trajik farkındalığını” deneyimlemelidir.

Anlatıcının sıfır noktası onun ölümüdür tabii. Yalnızca fiziksel ölümü değil, ruhunun da ölümüdür bu. İsyancıların sesleri arasında ölüme yatar gibi uykuya gömülen anlatıcı son bir gayretle deneyimini estetize edip bir öykü yazar. Bu öykü onun nevrozunun, sahtekârlığının itirafı gibidir aslında ve sahici bir yaşam özleminin çığlığıdır. Aynı zamanda bir çaresizliği de ifade etmektedir. Kaçınılmaz uyku, öyküsünü hayata geçirmesini engelleyecek, sözcükleri, son nefesiyle eşyaların tozuna toprağına karışacaktır. Yaşanacak tek bir hayat vardır. Solumak denen varoluşsal mucizeyse bir sorudur aslında: yalnızca solup alıp veriyor olmak insan kalmaya yetecek midir?