Google Play Store
App Store
“Muhteşem devrim” kimi yıktı, kime yaradı?

Suriye’de 27 Kasım’da cihatçı HTŞ güçlerinin başlattığı operasyon, 8 Aralık’ta Şam’ın düşüşüyle son buldu. Cihatçılar, Halep ve diğer kentlerle birlikte Şam’ı da herhangi bir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi. 60 yılı aşkın süredir devam eden Baas döneminin son bulmasıyla Esad ve ailesi Rusya’ya gitti. 2011’de emperyalistlerin kışkırtmasıyla başlayan iç savaşta müttefiklerinin de desteğiyle 13 yıl boyunca ayakta kalmayı başaran Esad, öyle anlaşılıyor ki vuruşacak mecalinin kalmadığının ve müttefiklerinin yardıma koşacak durumlarının olmadığının bilinciyle, varılan mutabakatın sonucu kansız bir geçişi kabul etmek zorunda kaldı. Erdoğan, Suriye’deki alt üst oluşu dün “Muhteşem devrim” olarak tanımladı.

Esad ile Erdoğan eski dosttu. İktidara geliş tarihleri de birbirine yakın sayılır. Aslında Esad ailesinin, baba Hafız’dan sonra devlet başkanlığına hazırlanan üyesi Beşar değildi. Ablası Büşra ve abisi Basil’in ardından beş çocuklu ailesinin biyolojik olarak üç, siyasi olarak ikinci sıradaki ismiydi. Şam’daki tıp eğitiminin ardından göz doktorluğu ihtisası için Londra’ya gitmişti. Fakat babasının yerine geçmesi beklenen abisi Basil’in 1994 yılında trafik kazasında ölmesi, hem onun hem de Suriye’nin kaderini değiştirdi. Beşar, o yıl ülkesine döndü ve 2000 yılında babasının ölümünü takiben parlamentonun aday göstermesi ve yapılan halk oylamasıyla 34 yaşında devlet başkanı seçildi. Birkaç ay sonra da Londra’da tanıştığı Esma Ahras ile evlendi.

Beşar Esad göreve geldikten iki sene sonra Türkiye’de de iktidar değişimi yaşandı. Esad’ın görev süresinin ilk 10 yılını kapsayan dönemde, Türkiye-Suriye ilişkileri dostane bir hatta ilerledi. Erdoğan ile Esad, ailecek tatiller bile yaptı. 2008’de tatil için Türkiye’ye gelen Esad çifti, Milas-Bodrum Havalimanı’nda Erdoğan ailesi tarafından çiçeklerle karşılandı. Ne var ki bu dostluk uzun sürmedi. 2010 yılında “Arap Baharı” olarak tanımlanan süreç, Ortadoğu için bir dönüm noktasıydı. Bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek isteyen ABD öncülüğündeki Batılı emperyalist güçler, iç karışıklıkları derinleştirerek yönetimleri bir bir değiştirdi. Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek, Libya’da Kaddafi dönemleri sona erdi. Erdoğan emperyalistlerle kol kola girip Türkiye’yi Suriye’de Esad’ı yıkma planlarına dahil ederken, evdeki hesap çarşıya uymadı. Ülke parçalansa da Esad ayakta kalmaya devam etti. Ta ki düne kadar…

NEDEN ŞİMDİ?

Ne oldu da iç savaşın en sert zamanlarında iktidarda kalmayı başaran Esad, 10 günde denklemden çıkıverdi? Bu soruya sadece Suriye’nin iç dengelerine odaklanarak yanıt vermek olanaksız. 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı sonrasında İsrail’in coğrafya genelinde başlattığı topyekun savaş ve gerçekleştirdiği katliamlar, sadece bir nefret patlaması değildi. İsrail ve ABD, Ortadoğu’da İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’nın baş aktörü olduğu Direniş Ekseni’ni dağıtmayı öncelikli politika haline getirmişti. İsrail, bu eksenin bileşenlerinden Gazze’nin altını üstüne getirerek Hamas’a büyük zararlar verdi, Lübnan Hizbullah’ını liderleri Nasrallah’ı dahi öldürerek takatsiz bıraktı, “baş düşman” olarak gördüğü İran’ı, desteklediği tüm milis güçleri de kapsayacak şekilde epeyce hırpaladı. Sonunda da sıra, Suriye’yi düşürmeye geldi.

İsrail’in hazırladığı bu koşullar, İdlib’de hazır kıta bekleyen cihatçı yapılara büyük bir fırsat sundu. AKP iktidarının da desteklediği bu örgütler, 27 Kasım’da harekete geçerek 10 günde Şam’a kadar ilerledi. Böylece Direniş Ekseni, telafisi kısa vadede mümkün görünmeyen çok büyük bir darbe aldı. İsrail ile ABD’nin planı, “terör örgütü” olarak kabul ettikleri HTŞ’nin tetikçiliğiyle harfiyen işledi. Başta iktidar kurmayları olmak üzere Türkiye İslamcılığının da büyük bir coşkuyla karşıladığı bu gelişme, Filistin davasının yörüngesini tam da İsrail’in istediği rotaya soktu. Şam’ın düşüşünün hemen akabinde İsrail, güneyden harekete geçti ve Golan Tepelerini aşarak yarım asır sonra ilk kez Suriye topraklarına girdi.

Türkiye İslamcılığı bölgedeki türevleri gibi, ki buna NATO İslamcılığı da denebilir, dünyaya mezhep odaklı baktığı için olan bitenin ardındaki tarihsel ve politik gerçekliği kavrayamıyor. Esad, bu anlayışına göre, “Nusayri azınlık diktası”nın lideriydi ve halk tarafından yıkıldı. Peki Esad mezhepçiyse, neden Filistin’i İsrail’e karşı daha dirençli kılmak için Sünni bir örgüt olan Hamas’ı destekliyordu? “Mezhepçi” Esad’ın eşinin ve kabinesindeki bakanlarının Sünni olması nasıl açıklanabilirdi? Siyasal İslamcılar bu soruların cevabını veremiyor. Zaten onlar için gerçeklerin bir önemi yok, tek dertleri mezhepçi fanatizmi körüklemek. Suriye’deki durumun, bölgedeki Müslüman toplumların hayrına bir süreci beraberinde getireceğini sanıyorlar. Yaşananlar onların penceresinden “bir Alevi yönetiminin yıkılması” ve Şiilerin devleti İran’ın yenilgisi olarak görünüyor. Bundan kimlerin kârlı çıkacağı, Ortadoğu’daki yeni güç dağılımının bölgedeki diğer sorunları nasıl etkileyeceği umurlarında değil. Dillerinden düşürmedikleri Filistin’in başına nelerin gelebileceğinden haberleri yok. Dahası, Suriye küresel bir cihatçı üssüne dönüşürse Türkiye’nin bundan nasıl etkileyebileceğini kestiremiyorlar.

SAF OLAN HANGİMİZ?

İslamcı ve liberal çevrelerin iddia ettiğinin aksine, Suriye’de iç savaşın patlak verdiği 2011’den beri sorun ne “rejim” ne de “diktatörlük” idi. Mesele, Ortadoğu’daki bazı yönetimlerin ABD ve İsrail’in çıkarlarını tehdit etmesiydi. Baas türü bağımsızlıkçı ve sekülerliği esas alan yönetimler yerine, işbirliğine yatkın “ılımlı İslamcıların” iktidara taşınması amaçlanıyordu. Zaten amaç demokrasi olsa (ki ABD ya da İsrail Ortadoğu’ya barış gelsin diye niye milyarca dolar harcasın?), ateşin bugün kesilmesi gerekmez miydi? Esad gitti ama tıpkı Irak ve Afganistan’da olduğu gibi yıkım durmadı. İsrail, tüm altyapısını yok etmek için Suriye’yi bombalamaya devam ediyor. Suriye’yi bir daha ayağa kalkamayacak, kendisine karşı mukavemet geliştiremeyeceği noktaya getirmek istiyor. Hani her şey “diktatörü” devirip yerine demokrasi getirmek içindi; öyleyse Esad’ı gönderenler neden hala ülkeyi rahat bırakmıyor?

Suriye’deki dış müdahaleyi görmeyip emperyalist hesaplara kulak tıkayanlar, gerçekleri fazlasıyla “uçuk” ve “komplocu” buluyor. Onlara göre her şey Suriye’nin iç dinamikleri, halkın memnuniyetsizliği ve Esad’ın kötü şöhretiyle ilgili. ABD ve dünyanın büyük devletlerinin gücünün, işgallerden, savaş politikalarından değil, demokrasi ve özgürlük anlayışlarından kaynaklandığını savunuyorlar. Herkesin de tarihsel olguları yok sayan bu teorilere inanmasını bekliyorlar. Neye inanalım? Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’yi drone saldırısıyla öldüren ABD’nin, 2018’den beri başına 10 milyon dolar ödül koyduğu HTŞ lideri Colani’yi Şam’a elini kolunu sallayarak gitmesine rağmen bulamadığına mı?

Sinemanın kült filmlerinden The Godfather’ın meşhur bir sahnesi vardır. Ailenin başına geçmeye hazırlanan Michael Corleone (Al Pacino) ile mafya dünyasına oldukça yabancı olan eşi Kay Adams (Diane Keaton) bir yürüyüş sırasında sohbet ederler. Kay, Michael’a, “Bana babana benzemeyeceğini söylemiştin” şeklinde sitemde bulunur. Michael ise onu yumuşatmak için babası Vito Careone’nin diğer güçlü insanlardan farklı olmadığını, ABD başkanları ve senatörleri gibi başkalarına karşı sorumluluklar taşıdığını söyler. Bunun üzerine yüzünde küçümseyici bir ifade beliren Kay, Michael’a dönerek, “Çok safça konuşuyorsun, onlar adam öldürtmezler” der. Ardından Michael, Kay’e şaşkınlıkla bakar ve şu karşılığı verir: “Saf olan hangimiz Kay?”

Bakalım gerçeğin tokadı, Suriye’yi safça yorumlayanların yüzüne ne zaman çarpacak. Şurası çok açık ki Suriye’nin komşusu olmak, yarın dünden daha zor hale gelecek.