Günlük hayatlarında öyle çok da gitmek istemedikleri mezarlıkları ya da başka bir deyişle görmek istemedikleri mezarlıkları, Paris gibi ışıltılı bir şehirde, insanlar neden akın akın ziyaret ederler?

Mutlu bir yusufçuk havalansın-1

ŞAFAK BABA PALA

Yıllar önceydi. Türkiye'den Fransa'ya göçmüş dostlarla Paris yakınlarında bir bölgede bir sofranın başında oturmuştuk. Bilirsiniz böyle zamanlarda söz döner dolaşır Türkiye'ye gelir. Nuri Bilge Ceylan'ın dediği gibi, benim yalnız ve güzel ülkeme yani. Ve herkesin sevdiği farklı bir Türkiye, herkesin farklı algıladığı bir Türkiye vardır. Ancak sevgi kıyaslanmaz, yarıştırılmaz, hele ülke sevgisi tam da böyledir ve kimsenin de tekelinde değildir, diye düşünüyorum.

Göçmenlik zor zanaat bildiğiniz gibi. Hele zorunlu göç yaralayıcı bir gerçeklik. Yaşayan bilir. Yalnızca göç edenle sınırlı değildir. Çocuğunun çocuğuna hatta torununun çocuğuna kadar nüfuz eder bu yara. Görünen bir yaranız yoktur ama büyük dedenizin, büyük ninenizin yarasının sızısı, acısı vardır sizde de. İşte o masanın çevresinde, daha çok siyasi nedenlerle göçmen olmuş dostlarla birlikte oturuyorduk. Ülke Fransa olunca, hele yakınında olduğumuz kent de Paris olunca sofrada söz Ahmet Kaya'ya gelmişti doğal olarak. Ülke algısı gibi herkesin farklı bir Ahmet Kaya algısının olduğunu düşünüyorum. Yaşı özellikle kırklar, elliler, altmışlarda olanların geçmişinde, kendilerinde yer eden bir Ahmet Kaya şarkısı illaki vardır. Bazılarımızda bir yürek titremesi gibi, bazılarımızda nereden geldiğini anlamadığımız yüzümüzü yalayıp geçen bir esinti duygusu gibi farklı duygulanımlar yaratır o şarkılar. Bu ilginç bir gerçekliktir. İdeolojik açıdan yakın olmayanların bile en azından bir anısına fon olmuştur Ahmet Kaya şarkıları. Nevzat Çelik’in, “İdam olgusunu işleyen, bir anneye seslenen; 12 Eylül'de çocukları içerde olan, evlerinden, mutfaklarından, tarlalarından çıkıp mücadeleci bir kimlik kazanan annelere ithaf edilmiş bir şiirdir”[1] dediği ve Ahmet Kaya’nın bestelediği Şafak Türküsü'nü bir düşünsenize. Bu topraklarda, bu şarkıyı dinleyen kim olursa olsun burnunun diğeri sızlamaz mı? Yani işin özü ezgisi bize özgü, sözü bize özgü, duygusu bize özgüdür onun müziğinin. Ve bu gerçeklik, Ahmet Kaya’nın Kürt olmasıyla ilgili değil, bu toprakların sözünü söylemesiyle ilgilidir.

O akşam Ahmet Kaya'nın ve Yılmaz Güney'in mezarlarının bulunduğu Le Pere Lachaise mezarlığına da söz gelmişti. Hani o seyahat sitelerinde de ismi olan mezarlık. İçinde birçok yazarın, müzisyenin, yorumcunun, şairin de mezarı olan o ünlüler mezarlığı. İnsanlar bir mezarlığı neden gezmek ister? Aslında soru tam da bu değil. Günlük hayatlarında öyle çok da gitmek istemedikleri mezarlıklara ya da başka bir deyişle görmek istemedikleri mezarlıkları, Paris gibi ışıltılı bir şehirde, insanlar neden akın akın ziyaret ederler? Tabii bu görüşüm herkes için değil ama bildiğiniz gibi istisnalar da kaideyi bozmaz. Sonuçta fikrimce, ün, ünlüler insanların ilgisini çekiyor. O yüzden yaşamında hiç Proust, Oscar Wilde okumamışsa da, ne bileyim Edith Piaf'ın yaşamı konusunda hiç bilgisi olmasa da o mezarlığa gidip bu mezarları arayabiliyor insanlar.

Her neyse anlatmak istediğim asıl konu bu değil ama işte laf lafı açıyor. Ertesi gün biz de oraya giden fanilere katılmıştık. Anlatacak çok farklı gerçeklikler olsa da bizden birileri de o yabancı mezarlıktaydılar. Biz gittiğimizde ne Yılmaz Güney'in mezarının başında ne Ahmet Kaya'nın mezarının başında kimse vardı. Ancak mezarlarda yazılar, yazılar, yazılar... Bu da garip bir durum, hem de çok garip. Tanımadığınız bir insanın ya da tanıdığınız bir insan olsa bile hangi hakla bir mezara yazı yazabilirsiniz? Yazmak. Aslında yazı özünde anarşist bir eylem. O yüzden de iktidarı elinde tutanların hep bir korkusu vardır yazanlarla, yazıyla ilgili. Ee elbette yazan için de tehlikelidir bu gerçeklik. Bildiğiniz gibi yakın zamanda Selahattin Demirtaş son romanı Efsun’u yazdı beş yıldır yattığı cezaevinde. Dediğim gibi yazmak cesur bir eylem ama özellikle öykü, roman ya da şiir yazmak daha da cesaret ister hele belli bir yaşın üzerinde yazmaya başlamışsanız. Bir de üstüne siyasiyseniz, hatta bir siyasi parti başkanıysanız bu eylem daha bir zorlaşabilir. Çünkü siyaset sözde erkek işidir, hem de bıyıklı ciddi erkek işidir. Öyle roman, öykü gibi hafif(!) şeyler yazmaz yani hapisteki bir siyasi parti başkanı. Hele mizahi bir üslupla, aşktan, sevdadan bahsetmesi beklenmez. Yazar Selahattin Demirtaş tam da böyle yazmış Efsun[2]'u. Uzun bir zaman diliminde geçen, birbiriyle kesişen hayatları okuyoruz bu romanda. Ve farklı kişiler anlatıyor yaşamları, olayları. Yani çoğul bakış açısıyla yazılmış birden fazla anlatıcısı olan bir roman Efsun. Bu anlatıcıların dilinden okuduğumuz oldukça sarmal bir olay örgüsüyle karşılaşıyoruz. Birçok olay var romanda. Öyle romanı ayrıntılı anlatmayı tercih etmiyorum elbette. Ancak en basit anlatımla, ilişkiler üzerinden özellikle aile ilişkileri üzerinden ve halının altına süpürülen aile sırları üzerinden yazılmış bir roman Efsun. En küçük toplumsal yapı olan aile kurumunda iktidarı elinde tutanların; kişileri, hayatları nasıl alt üst ettiğini de okuyoruz romanın satır aralarında. Bu iktidar, güç sahipleri ne tesadüftür ki hep erkekler. Romanda o sözde güçlü görünen iktidar sahibi erkeklerin karşısında güçlü kadın karakterleri görüyoruz. Hayatlarını hesaplar üzerinden görmüyor bu kadınlar. Duygularıyla, iyinin peşine düşüyorlar. Amaçları genel geçer olan para, güç, şan, şöhret değil. Hayata dokunan ve seçimlerini iyiden, doğrudan yana yapmaya çalışan kanlı canlı kadın karakterler var romanda. Yalnızca kadın karakterler iyiden, doğrudan yana yapmıyor seçimlerini elbette. Romanın ana kişilerinden Caner de seçimini iyilik üzerinden yapmaya çalışan özü iyi olan bir genç.

Romanda baba oğul ilişkileri de anlatılıyor ancak bence romanın ana damarlarından birinin anne evlat ilişkileri olduğunu düşünüyorum. Caner'in annesi olarak bildiği Kibar ile olan ilişkisi, Efsun'un annesi Mercan'la ilişkisi, Caner'in babası Kenan'ın, annesi Sinem'le olan ilişkileri üzerinden anne sevgisini ve anne evlat ilişkilerinin yaşamları nasıl derinden etkilediğini okuyoruz aslında. Anne evlat ilişkisini yazıya dökmekte oldukça başarılı yazar. Selahattin Demirtaş'ın okuduğum ilk kitabı olan Seher[3]'e de dönüp baktığımda; naif, yalın ve duygusu yüksek öykülerden beni en çok etkileyen öykülerin içinde anne sevgisi anne evlat ilişkileri de olan öyküler olduğunu gördüm. Örneğin Annemle Hesaplaşmalar öyküsü bu öykülerden. Öykü, "Ama bütün zorlu yıllar bir gün geçiyor ve bitiyor be anne. Senin ve tüm annelerin ellerinden öperim." diye biter. Fazla söze gerek yok sanırım.

Yazımın başında Paris'teki Le Pere Lachaise mezarlığında yatan bazı ünlülerin ismini yazmıştım. Bu isimlerden biri Oscar Wilde'dı. Tam nerede okuduğumu anımsamıyorum ama Oscar Wilde da yaşamının bir dönemini cezaevinde geçirmiş. Hatta Ciddi Olmanın Önemi'ni oradayken yazmış. Bu metni yazarken kendisine yardımcı olan cezaevi görevlisine (sanıyorum adı Wiliam'dı) eserinin önsözünde de teşekkür etmiş yazar. Evet, yıllar geçiyor, insanlar yaşıyor ve sonunda ölüyor. Ve 1800'lü yılların sonunda yaşamış bir gardiyan benim yazımda geçiyor. Bu, yazının çılgınlığına bir örnek kanımca.

Selahattin Demirtaş kitabının sonsözünde, "Böylece romanı birlikte yazdık. Anneleri de hem el yazımı bilgisayara geçti, hem de bütün bu süreci koordine etti. Yani Başak, Delal ve Dilda ile birlikte yazdık bu romanı. Okudular, "Olmuş" dediler. Sonra siz de okuyun istedik." diye teşekkür etmiş ailesine. Demiştim ya yazı çılgınca bir şey diye. Oscar Wilde'ın gardiyanı yüz yıldan fazla bir zaman sonra Bursa'da Şafak'ın cümlelerinde anılabiliyor işte. O yüzden Selahattin Demirtaş on dokuz aydır ailesiyle açık görüş yapamasa da, bir romanın cümlelerinin gücüyle ailesiyle birlikte yol almış ve romanda geçen Beyrut, Girit gibi hiç gitmedikleri şehirleri ailecek birlikte gezmişler.

Evet bu yazı bir kitap tanıtımı yazısı değil. Kitaptaki ana karakterlerden biri olan Caner'in onlarca kez dediği gibi buna da gerek yok. Bu yazı, yazının gücünü anlatıyor. Hani yine yazımın başında Paris'te Le Pere Lachaise mezarlığına gittiğimizden söz etmiştim ya, aslında o günden bende kalan esas görüntü, Ahmet Kaya'nın mezarındaki bahar çiçekleri buketiydi. Bütün hengâmenin, yarıştırılan bütün acıların, haklılığın, haksızlığın, suçluların, suçsuzların ya da onlarca yazının, onlarca sözün üzerinde, orada öylece duran gerçeklik, o bir buket bahar çiçekleriydi benim için. Çünkü o bahar çiçeklerinin üzerine iliştirilmiş bir kart ve o kartın üzerine tane tane yazılmış; bir kız evladın babasına yazdığı o yazıydı insanca olan, insana yakışan. O yazı ölen bir babaya yazılmış olsa da çok gerçekti. Babalar Günün kutlu olsunla başlayan bir metindi okuduğum. Yazının ayrıntısı çok önemli değil hem de özel. Bir evlattan hepimize geçen, geçmesi gereken bir yara sızısı ya da yıllar önce öyle usul usul yazılmış, yalnızca bir yazı işte…

Üzerine bir kart iliştirilmiş o bahar çiçekleri buketinin usulca toprağa bırakıldığı o gün, Le Pere Lachaise mezarlığından mutlu bir yusufçuk havalanmış mıdır, ne dersiniz?


1Nevzat Çelik, Şafak Türküsü, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986

2insanokur.org

3Selahattin Demirtaş, Efsun 1 baskı, Dipnot Yayınları, Ankara Ekim 2021

4Selahattin Demirtaş, Seher 1 baskı, Dipnot Yayınları, Ankara Haziran 2021