Vay ki, ne var ağlayacak demişim. Ne lanetli lafmış arkadaş. Kâkülü önüne düştüğünde, yüzünü denize döndüğünde, bir çizgi karakterin dolmuş gözleriyle baktığında, dünya siliniyor gözümde

Ne var ağlayacak – ll

DENİZ DOĞAN

Gitti. Akşam pazarı gibi kaldım. Gel vatandaş öyle bakarak anlaşılmaz dediğim tezgahım bomboş. Ne satıyordum ki, tabiat baklavası kavun değil herhalde, hayat kadar acı biber mi? Öf, yeter parçaladığın!
Gönül gezdirdiğim şarkılar, her lafın çağırdığı şiirler, duyarlılık kasmalar hepsi toplaşmış başıma kıs kıs gülüyor. Şenlik mi var ulan! “Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz.” (*)
Gitti işte. Bir gidiş daha. Yaş da ermiş kemale bir tamam olamadan gitti. Ne alakası var? Doğdun eksildin işte. Yol bu, ölene kadar arayacaksın. Ne menem eksiklikse artık. Hayır, şimdi karşımda olsa aslolan eksiklik değil ki diye girişirdim. Ne peki? Yolun kendisi. Peh!
Bir sigara yaktım. Çarçabuk. Kimse yok ya, burnumu bile karıştırabilirim. Paketi yavaştan al, sigarayı gülücük gibi tutuştur. Sonra da yak, parmak konuşturarak. Ağır ağır bir duman, bir bakış. Tamam. Hah! Sevsinler. Meydan boş nasıl olsa.
Bir fiske vurunca paketin kıçına, parende ata ata masayı ortaladı. Kibrit olsa ya, teker teker kırsaydım. Birden çakmağa ilişti gözüm. Satışçı çakmak. Durduk yere canı istemiş de sigara içecekmiş. Zıkkım var sanki. Ya o havalar! Sigaranın dibini masaya vurmalar, yok ben yakarımlar. Ben yakacaktım ki. Yak! Ama kendini.
Tez gülüm. İyi yaktı ama.

Sırtım tutulmuş rüzgârdan. Yaz değil kış sanki, içim üşüyor. Vitrin mankenleri inceleri çekmiş. Rüzgâr taze yaprakları yerden yere çalıyor. Düpedüz yaprak kırımı. Bu ne hışım azizim, serin gel. Sokak köpekleri, sırnaş kediler, ağaçlar, bu devri devran... Hepsi gözümde diken diken.
Manzara kayık. Altı üstü bir ayrılık be! Yoksulluk değil, ölüm değil, ayrılık. Heyt! Kendine gel oğlum. Bağırsam. Çekip attım boynumdaki fuları. El ayak çekilmiş, güneş batacak, martılar topuklamış. Kız buradayken çiçek gibi konmayı biliyordunuz ama. Adiler! Ne canlar yakar dediğim gözümün yeşili, ne şiirden şiire seken aklım, ne o ne bu; deniz olunmalı oğlum. Bak yine! Şiir değil miydi bu?

İçimin en sesli harfleriyle bağırsam, alıcım yok. Zararım boyumu aşmış. Gözümü kıstım güneş battı. Çaktı mağazalar ışıklarını. Gecede hummalı bir çalışma. İlk kadehlere gecekonduların ışıkları doldu. Uzun, kısa, kırık ışıklar. Buyur buz’da badem, al on tane gül bir lira, cartrujlu sokakların leş pazarlıkları, rap rap beyler, tini mini hanımlar, yeni yetmeler, vitrine bakıp suretlerine düşenler. Biri de şu fakire baksa. Nerde! Herkesin dilinde aynı cümle: Gece yeni başlıyor dostum.
Şehir açmış kollarını gelin diyor, alayınız gelsin. Bu şehir var ya, beni günahı kadar sevmiyor. Aksam mı? N’olacak ki? Vur dibine. Sabah olsun yine koş geceye. Gündüz arkadaşın gece sırdaşın. Ne gezer! Şehir baktı bende iş yok, daha da suratımı görmemeye yeminliymiş gibi anlatmaya koyuldu. Kim arka cebinde falçata taşıyor, kim tutmuş pezevengi, kim yamuk yapmış, kim marizlemiş, kim üstüne yatmış, kim götürmüş, kim bırakmış... Kim dedim? Kiziroğlu değil herhalde dedi. Bir kahkaha kopardı o kadar olur. Ya? Dedim safça. Orası belli olmazmış. Kalbini dinleyecekmişim. Ancak belki o zaman. Sardunyaların taştığı camlara değil izbe kaldırımlara, şakır şakır ışıklara değil kusmuk kokan sokaklara bakacakmışım. Eksik dişli bir fahişenin hoyrat dokunuşları sarmalıymış yarayı. İki kuruş avucuna sayınca yumuşarmış okşayışları. Ne sanmışım ki, niye ekşiyormuş ki içim. Bu dünyada hiçbir şey bedava değilmiş. Kafiye kesmez, şiir yemezmiş. Bakışından tanırmış insanı, ciğerini söker de eline verirmiş. Küfürse küfür, sevmekse sevmek. Bir laf edermiş, ara ki bulasın hangi filozof yumurtlamış. Kanım kaynadı birden. Deliştim. Hop dedi. Dudaktan olmaz. Niye? Güldü. Bu alemde yenisin galiba.

Bir vapur kalın kalın öttü. Şehir ve gece kara yeleli at gibi üstüme üstüme. Atlasam mı dedim terkisine. Bekleyenim de yok. Hadi dedi. Yok. Çakıldım kaldım.
Lanet olsun. Karşımda boş bir sandalye. Gitmeseydi. Kendine gel oğlum, yine olur. Ayrılık kafası bu, hep kendinden kaçmaya kuruludur. Geriye yaslandım. Bir yaşlı kemancı yanaştı. Çal dedim. Avurtları çökmüş, elleri inceydi. Yüzü lime lime bakışları hemdertti. Vurdu mızrabı tellere, sırasız şarkılara, alıp da getirmeyen türkülere vurdu. Beti benzi attı denizin.

Gitmeseydi. Bir kedi yavrusu gibi kuyruğunu toplayıp öyle göz göz baksaydı. Sarsak ve şaşkın oynasaydı benimle. Gel derdim seni çok üzen olur böyle bakarsan. Bakma! Nankör ol sen, nobran ol, kibirli ol. Göm şimdi tırmığını içime. Mırıl mırıl bir şarkı tuttur, bir şiir, bir türkü...
Bir tek annen sevmişti seni böyle. Öyle seversem teslim olursun. Öyle sev ki beni... İnsin miğferim, acizleşsin gürz gibi kelimelerim, hepsini soyunayım.
Rüzgar hırçınlaştı, kemancı topladı kırıklarını, ellerim ceplerimde sandalyeleri ters yüz edip duran garsona bakıyorum. Abi diyor, kapatıyoruz. Ters yüz diyorum kendime. Yine aklıma geliyor. Gitmeseydi.

Vay ki, ne var ağlayacak demişim. Ne lanetli lafmış arkadaş. Kâkülü önüne düştüğünde, yüzünü denize döndüğünde, bir çizgi karakterin dolmuş gözleriyle baktığında, dünya siliniyor gözümde. Bilmiyor. Saçlarını topluyor kulağının ardına, burnunu kısıyor. Unutmuş güzelliğini. Çalışkan öğrenciler gibi bekliyorum. Nerden soracak. Afram da yerinde tafram da. Kuyruğu dik tutacaksın, yok öyle yağma. Çıt yok ama.
Neden sonra gülüyor? Ağlıyor mu yoksa! İfrit oluyorum bu karmaşaya.
Demek öyle. Patlatıyorum lafı yine. Ne var ağlayacak? Vazgeçmiş gibi, yok acır gibi çenesi titreye titreye denize bakıyor. Hı diyorum söylesene ne var ağlayacak? Bu kez derin bir karanlık, gözlerde acı bir gülüş.
Mevsimler geçiyor, şehir akıyor. Sıkıldım diyorum, yeter! Birden hışımla silip yanağını sen diyor, ne çabuk vazgeçtin oyunumuzdan?
İlkyazda çıt çıt kırılıyor yapraklar.

(*) Oğuz Atay, Tutunamayanlar