Google Play Store
App Store

Geçtiğimiz günlerde Yasmin Levy’nin Türkiye konseri, radikal İslamcı gruplardan gelen tehditler üzerine iptal edildi. Oysa Yasmin Levy, yıllardır sesine barışı ve kökeninin asırlara aktarılan acılı geçmişinden gelen bilinçle hümanizmi yüklemiş bir sanatçıdır. Tam da Türkiye’de farklı kimliklerin bir arada yaşaması için barışın tartışıldığı, özlendiği bu günlerde, nefretin sanat üzerindeki gölgesi hepimize ağır geliyor. Bu karar, sadece bir sanatçının sahneye çıkmasını engellemekle kalmadı; Türkiye’nin çok katmanlı, çok sesli kültürel hafızasına da bir perde çekti.

Yasmin Levy, kökeni Osmanlı topraklarına dayanan Sefarad Yahudilerine uzanan bir sanatçı. Ailesi, 15. yüzyılda İspanya’dan sürgün edilen ve Osmanlı’nın kucak açtığı Yahudi topluluğunun mirasını taşır. Onun seslendirdiği Ladino şarkılar, bu sürgün geçmişinin ve birlikte yaşamanın acı-tatlı hikâyelerini dile getirir. Ladino dili; İspanyolca, İbranice, Türkçe ve Arapçanın etkilerini taşıyan eşsiz bir sentezdir. Tıpkı Anadolu’nun çok kültürlü yapısı gibi, Yasmin’in müziği de köprüler kurar: diller, inançlar, acılar ve umutlar arasında.

Levy, müziğini yalnızca estetik bir ifade aracı değil, aynı zamanda barış ve anlayış çağrısı olarak görüyor. Bir röportajında şöyle diyor:

“Benim müziğim sınırları aşar. Dilin, dinin, milliyetin ötesinde bir yere dokunmak istiyorum. Kalbe…”

Bu sözler, yaşananların sebep ve sonuçlarını açıkça işaret ediyor. Yasmin Levy, nefrete, ayrımcılığa, savaşa karşı bir yanıt olarak şarkı söylüyor. Bu yüzden konserin iptali bir güvenlik bahanesinden çok daha fazlasını içeriyor. Tam da şimdi, tam da bu nedenle İsrail’den Gazze’ye, Türkiye’ye uzanan barış ve kardeşlik şarkılarına ihtiyacımız var. Bu yalnızca bir sanatçının değil, kalpler arasında köprü kuran bir kültürün susturulması anlamına geliyor.

Yasmin Levy’nin müziği, bu toprakların zengin geçmişinin izlerini taşır. Bu geçmiş yalnızca Ladino’yla sınırlı değildir. Türkiye’nin müzik hafızasında Rebetikolar, Cafe Amanlar vardır. İzmir’in sokaklarında Rumca şarkılarla Türkçe gazellerin iç içe geçtiği zamanlar… Cafe Amanlar, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi müzisyenlerin aynı sahneyi paylaştığı ortak ses mekânlarıydı. Rebetikolar ise sürgünlerin, yoksulların, âşıkların ve kaybedenlerin müziğiydi. Yasmin Levy’nin sesi, işte bu geleneksel ortak hafızaya da dokunuyor. Bu yüzden bize çok tanıdık, bu yüzden çok bizden. En bilinen şarkılarından biri olan La Alegría (Neşe), acının içinden çıkan umudu dillendirir. Naci en Alamo adlı eserindeyse geçmişin yasını tutarken, farklılıkları bir arada yaşatma arzusu yankılanır.

Dünya, her dönem sanatın üzerine çöken ayrımcı ve baskıcı ideolojilere tanıklık etti. Flamenko, Endülüs’te doğmuş; Mağribi, Yahudi, Çingene ve İspanyol halklarının müziği olarak gelişmiş bir türdür. Ancak Franco diktatörlüğü döneminde bu çok kültürlü geçmiş bastırılmak istenmiş; Flamenko, alt sınıfların, Çingenelerin ve “tehlikeli geçmişin” müziği olarak sansürlenmiştir. Miriam Makeba ve Hugh Masekela gibi müzisyenler, ırk ayrımına karşı şarkılar söyledikleri için sürgün edildi. Makeba’nın şarkıları Güney Afrika’da yasaklandı, ama sesi dünyaya yayıldı. Çin yönetimi, Uygur Türklerine ait geleneksel müzikleri ve enstrümanları kültürel asimilasyon politikaları kapsamında hedef aldı. Tibet’in Budist müzikleri de kontrol altına alındı. Tüm bu örnekler, müziğin bir halkın kültürel varoluşunu taşıma gücünün otoriter rejimlerce nasıl tehdit olarak algılandığını gösteriyor.

Türkiye, tarih boyunca farklı inançların, dillerin ve kimliklerin bir arada yaşadığı bir coğrafya oldu. Sefarad Yahudileri, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Aleviler, Süryaniler, Çerkesler, Araplar… Halklar geleneklerini, dillerini paylaşmakla kalmadılar; adeta iç içe dokundular. Savaşları, direnişleri, zaferleri ve yaşamı birlikte paylaştılar. Türkiye’de en uzun süreli kültürel yasaklardan biri Kürtçe müziğe yönelikti. 1980 darbesi sonrası Kürtçe şarkılar yasaklandı, kasetler toplatıldı, sanatçılar gözaltına alındı. Ahmet Kaya, “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” dediği için linç edilmek istendi ve yurdu terk etmek zorunda kaldı. Bu yasak yalnızca bir dilin değil, o dilin taşıdığı acıların, aşkların, kimliklerin bastırılmasıydı. Bugün hâlâ bu yasaklar, müzakereyi ve niyeti sorgulatacak biçimde sürüyor.

Ermeni, Rum ve Yahudi müziği uzun süre “azınlık müziği” olarak ötekileştirildi. Oysa 19. yüzyıl Osmanlısı’nda Kanto müziğinden saray bestekârlığına kadar bu halkların sesi, müziğin merkezindeydi. Bu kültürel kopuş, hem müziğin çeşitliliğini hem toplumsal hafızayı zayıflattı. Alevi müziği de baskılara uğradı. Deyişlerdeki toplumsal eleştiri, eşitlik arayışı ve farklı inanç yorumu nedeniyle bazı Alevi ozanlar devletin hedefi oldu. Mahzuni Şerif’in, Nesimi Çimen’in başına gelenler yalnızca müziğe değil, bir inanç kültürüne yönelik dışlamayı da gösterir.

Babamın Kavaklar şiiri bugün unutulmayacaklar listesinde yer alıyorsa, bu Onno Tunç’un müziği ve Sezen Aksu’nun her kuşaktan, her toplumdan insanı kucaklayan sesi, kimliği nedeniyledir. Oysa TRT’nin tek kanal döneminde bu beste “Ermeni ezgileri” barındırdığı gerekçesiyle sansürlenmişti. O zaman kendisi, Nesimi Çimen’le birlikte bir Orta Çağ yangınında vahşilerin elinde can vereceğinden habersizdi.

Tüm bu örnekler, müziğin sadece bir “eğlence” biçimi olmadığını; tarihsel kimliğin, travmaların, umutların taşıyıcısı olduğunu gösteriyor. Yasaklar müziğin yayılmasını yavaşlatabilir, ama onun duygusal bağını koparamaz. Çünkü müzik, kulaktan kalbe geçen bir dildir. Yasaklandığında yeraltına iner, sözsüzleşir, mırıldanılır ama asla yok olmaz.

Yasmin Levy’nin konserinin iptali, sadece onun şarkılarına değil; kimliğiyle kalplere açılan vicdana, insanlığa karşı yapılmıştır. Tıpkı deyişler, Rebetikolar, Dengbêjler ya da Flamenko gibi, bastırılmak istenen çok kimlikli geçmişe ve o geçmişin taşıyıcısı olan kültürlere yönelmiş bir baskıdır bu. Ama müzik, tarihin en inatçı hafızasıdır. Yasak da olsa, duygudan kalbe akar.

Yasmin Levy’nin sesi, bu çok kimlikli kültürün yankısıdır. Onun bu şekilde susturulması, aslında bu çok sesliliğe yapılan bir müdahaledir. Halklar değil, ama cumhuriyete, demokrasiye, eşit yaşama, sosyal adalete, barışa karşı olanlar tarihte hep sinsice ceplerinde taşıdıkları nefret tohumlarını zamanın özgün dinamiklerini kollayarak serptiler. Katliamlar ve kanla sulayarak yeşerttiler. Ayrımcılık politikaları sayesinde kendilerine yer açmaya, iktidar sahibi olmaya çalıştılar.

İşte bugün onlar her yerdeler. Evinizde kocanız, sokakta palalı saldırgan, okulda tacizci öğretmen, meydanda tomalı kolluk… Şeriat özleminde olan bu ideolojinin neferleri, anlamını bile bilmedikleri “Siyonist” kelimesini küfür bellemiş bir ezberle Yasmin Levy konserine tehditler yağdırıyor ve üstelik istediklerini yaptırabiliyor. Bu zaferin sarhoşluğuyla yeni hedef olarak Linet’in konserini seçiyorlar. Bu taşkınlıktan, mazallah bir anlık ihmalle bir linç bile doğabilir. Linet’in “üstelik bu ülkenin vatandaşı” olması vurgusu, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Vatandaş olmasa normal görebilecek bir cehaletin eşlik ettiği bu gerici şiddet ve keyfilik, artık ürkütücü boyutta.

Tam da toplumun barışa susadığı, kutuplaşmanın din kardeşliği çerçevesinde olağanlaştırıldığı bir dönemde, nefret söylemi taşıyan aşırı grupların baskısıyla alınan bir konser iptali kararı, yalnızca bir sanatçıyı hedef almıyor. Barış müzakerelerinin vaat ettiklerinin çok dışında, gerçek bir yaşam tehdidi barındırıyor.

Yasmin Levy’nin sesi bir konser salonunda susturulabilir.

Ama o sesin taşıdığı anlam, çok daha derin ve kalıcıdır.

Çünkü müzik yasaklanamaz.

Yasaklanan her nota, daha güçlü bir melodiye dönüşür.