Neoliberal cehennem portresi
Klasik felaket filmlerinin görkemli yıkım estetiğinden uzak duran yönetmen, yangını bir seyirlik olmaktan çok bedensel bir deneyime dönüştürüyor. Dar bir okul otobüsünde geçen hikâye, dünyanın “kaçacak yeri kalmamış” halinin güçlü bir alegorisine dönüşüyor.

Paul Greengrass’ın The Lost Bus’ı, yalnızca doğanın öfkesiyle değil, insanlığın kendi elleriyle kurduğu cehennemle ilgileniyor. 2018’de Kaliforniya’da yaşanan “Paradise yangını”ndan (Camp Fire) ilham alan film, doğayı yakarak kendi varlığını sürdüren bir uygarlığın portresini çiziyor. Elektrik şirketi PG&E’nin (Pacific Gas and Electric Company) ihmali, yalnızca bir felaketin fitili değil, neoliberal kapitalizmin doğayı metalaştıran yapısının bir sembolü olarak sunuluyor. Greengrass, modern insanın “doğayı fethetme” arzusunun sonunda onu doğanın intikam alanına hapsettiğini gösteriyor. Bu tablo bize yabancı değil: Türkiye’de Kaz Dağları’ndan Cerattepe’ye, orman yangınlarından HES projelerine kadar yaşadığımız her kriz, aynı sistemin parçası. The Lost Bus, Kaliforniya’yı değil, küresel bir düzenin yanmakta olan kalbini bu çağrışımlarıyla küle çevirmeyi iyi beceriyor.
SEYİRLİK DEĞİL, DENEYİMSEL
Greengrass felaketi bir gösteri olarak değil, bedensel bir deneyim olarak kuruyor. Doğayı bir üretim bandına indirgeyen politikaları, izleyiciyi alevlerin arasına sokarak teşhir ediyor. Film, iklim krizini uzak bir gelecek senaryosu olmaktan çıkarıp bugünün yakıcı gerçeği haline getiriyor. Daracık bir okul otobüsüne sıkışan karakterler, “kaçacak yeri kalmamış bir dünyanın” minyatürü. Doğa burada cezalandıran değil, tanıklık eden bir güç; yalnızca insanın umursamazlığının sonuçlarını gösteren. Yangının dumanı, çocukların nefes alışları, gökyüzünün kapanışı… The Lost Bus, istatistiklerle değil, korku ve çaresizlik duygusuyla konuşan bir film. An Inconvenient Truth veya Don’t Look Up’un somut uyarılarının aksine, Greengrass krizi hissedilir, fiziksel bir gerçekliğe dönüştürüyor.
MELODRAMIN GÖLGESİ
Greengrass, United 93 ve Captain Phillips’te olduğu gibi izleyiciyi zorlu koşulların içine ustalıkla çekiyor. Matthew McConaughey’in canlandırdığı otobüs şoförü Kevin McKay, kişisel çöküşün eşiğinde bir karakter: terk edilmiş, oğluyla kopuk, kasabasının sıradanlığına hapsolmuş. McConaughey, bu kırılganlığı birkaç dakikada etkileyici bir şekilde kuruyor. Ancak senaryonun kişisel drama fazla yaslanması, filmin politik keskinliğini gölgeliyor. Melodramatik tonlar, hikâyeyi zaman zaman 1970’lerin televizyon felaket filmlerine yaklaştırıyor. Yangının kendisi zaten neoliberalizmin ve kurumsal ihmalkârlığın güçlü bir metaforuyken, bu dramatik yük hikâyeyi karmaşıklaştırıyor. Yul Vazquez’in sade ama etkileyici performansı, yangının kaosunu ve çaresizliğini derinlemesine hissettiriyor. America Ferrera’nın canlandırdığı Mary Ludwig ise korku ve fedakârlığı incelikle dengeleyerek filmin duygusal omurgasını güçlendiriyor. Ancak senaryonun melodramatik ağırlığı, bu gerçekçi anları zaman zaman gölgede bırakıyor.
BÜYÜK FELAKET
The Lost Bus, neoliberal çağın doğaya ihanetini sert, yakıcı bir dille anlatıyor. Greengrass, felaketi bir “spektakül” olmaktan çıkarıp bedensel bir yüzleşmeye dönüştürmeyi son derece ustaca başarıyor. McConaughey’in ismiyle gelen varlığı elbette filmin ağırlığını iyi yükseltiyor ama asıl vurucu olan, Greengrass’ın yangını bir metafordan çıkarıp, bugünün ahlaki krizine dönüştürmesi. The Lost Bus, teknik açıdan kusursuza yakın bir felaket filmi. Ancak Apple TV+’ta gösterime girmesi, felaketin küçük ekranlarda, bölünmüş dikkatle izlenme riskini taşıyor. Oysa bu film, büyük ekranda, ses sistemi sonuna kadar açıkken seyircinin ortasına düşmesi gereken bir yangın. Bir yanıyla bu film bana, yalnızca doğanın yıkımını değil, felaketin izlenme biçimini de sorgulattı. Bu kadar büyük bir felaketi ekrandan izlemekle yetinmek, pek akıl kârı değil.


