Neoliberal merkezin krizi
Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor.
AB içindeki kaygan politik zemin, hem neoliberal kapitalizminin krizine dair ilginç veriler sunuyor hem de Batı’daki aşırı sağın söz konusu krizden nasıl beslendiğini gözler önüne seriyor. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin neticelerini bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Seçimlerin en net sonucu, aşırı sağ partilerin Avrupa’nın merkez ülkelerinde elde ettiği zaferden zafere koşması. Özellikle Almanya ve Fransa’da aşırı sağa giden her ilave oyun AB bünyesinde çarpan etkisi yarattığını hesaba katarsak karşımızdaki tehlikenin küçümsenmeyecek cinsten olduğunu pekâlâ ifade edebiliriz. AP’nin içindeki matematiksel dağılımın radikal bir değişim geçirmemiş olmaması, bu durumun vahametini ortadan kaldırmıyor.
2024 AP seçimleri, bir öncekine nazaran farklı bir politik-ekonomik atmosferde gerçekleşti. Evvelki seçim sürecinde 2008 ekonomik krizinin artık geride kaldığı, yeni bir refah dönemine geçilebileceğine dair umutlar dolaşımdaydı. Liberaller, yeşiller ve sosyal demokratlar AB projesinin demokratik bir güç merkezi olarak tahkim edilebileceğini varsayıyordu. Ancak Covid-19 Pandemisi ile birlikte bu varsayımlar yerle yeksan oldu. Pandemi neoliberal kapitalist düzendeki mevcut sorunları görünür kıldığı gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Neoliberal düzen bildiği yöntemlerle krizi atlatamadı, düzenin asli parçası olan merkez sağ ve sol siyaset de toplum nezdinde ikna edici özelliklerini yitirme konusunda adeta bir yarışa girişti.
Almanya’da AfD’nin ikinci parti haline gelmesi, Fransa’da Le Pen’in partisi RN’nin Macron ile özdeşleşen koalisyonu tehdit etmesi, İtalya’da Meloni’nin yükselişini sürdürmesi, buna mukabil yeşillerin, liberallerin hatta sosyal demokratların gerilemesi temsili liberal demokratik süreçlerde yaşanan sıradan bir “yol kazası” değil, bu doğrudan neoliberal kapitalizmin türettiği bir kriz. Üstelik gün geçtikçe derinleşiyor ve patlamaya hazır bir kazan haline geliyor.
Avrupa merkez sağı, bir yandan aşırı sağa karşı kendini en güçlü alternatif olarak sunmaya çalışırken bir yandan da çok temel meselelerde aşırı sağın siyasi söylemine meyleden bir çizgi izliyor. Böylelikle iklim krizinden göçmen meselesine kadar birçok başlıkta daha önceleri radikal çıkışlar olarak algılanan argümanlar siyaset sahnesinde normalleşiyor. AP seçimlerinden avantajla çıkan aşırı sağ partiler, her ne kadar tüm konularda aynı çizgide olmasa da neoliberalizmin krizinin yarattığı öfkeyi benzer bir biçimde manipüle edebiliyorlar. Bilhassa geleceksizlik korkusu yaşayan genç Avrupalı erkeklere ve her geçen gün yoksullaşan ücretlilerin en kırılgan kesimine hitap ederek destek topluyorlar. Bu esnada düzenin kendisini değil ama yarattığı sonuçları birer sebep olarak kodlayarak aslında düzenin devamına hizmet ediyorlar.
1990’lardan bu yana emeğin, sınıfın taleplerinden uzaklaşan sosyal demokratlar düzene karşı yükselen sesleri kendi hanelerine yazdıracak, bunu politik bir ivmeye dönüştürebilecek bir siyasi ufka sahip değil. Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor. Sosyal demokratların ve yeşillerin piyasacılığı tartışma dışında tutan tutumlarının, ekonomik sorunlara göçmenleri sınır dışı edelim, iklim yatırımlarını feshedelim gibi “radikal” çözümler öneren aşırı sağın ekmeğine yağ sürdüğü aşikâr. Üstelik yeşillerden sosyal demokratlara kadar farklı aktörler, Ukrayna Savaşı ve Gazze katliamı gibi çok hayati konularda antimilitarist bir siyaset izlemekten özenle kaçınarak neoliberal düzene cansuyu veriyor.
AP seçimleri belli ki bu sefer Fransa’dan Belçika’ya birçok örnekte iç politikayı doğrudan etkileyecek bir tablo yarattı. Macron’un Meclisi feshettiği Fransa’da solun bir cephe halinde aşırı sağ ile mücadele etmesi gibi girişimler bir yana, Avrupa’nın ilerici güçlerinin bu seçim sonuçlarını nasıl analiz ettiği, toplumsal taleplere ne kadar yüzünü dönebilecekleri merak konusu. Bu süreçten Türkiye’deki siyaset adına da çıkarılacak dersler var. Yoksullaşan, ötekileştirilen, ikinci sınıf vatandaş yerine konan milyonlarca yurttaşın öfke ve taleplerini gerçekçi bir siyasi çizgide, güçlü bir biçimde dillendirmek içinde yaşadığımız siyasi ve iktisadi buhrandan çıkış için tek çare.