Neoliberal rejimlerde şeriat nasıl işler?
Türkiye her ne kadar ’70’lerden beri İslami tandanslı linç girişimlerine alışık olsa da bugün bir İçişleri Bakanının açıkça bir iftira üzerinden tasarlanan suçu işlediği iddia edilen dergi çalışanlarına hakaret edip, gözaltında gördüğü işkence videosunu paylaşması, mecliste getirilen salavatlar, muhalefetten gelen sessiz onaylar, hem bu rejimin karakterinin yürütme şekli içinde dönüşen belirleniminin hem de 23 yıllık siyasal İslamcı iktidarın çıktısı.

Yusuf Tuna Koç - Araştırmacı
LeMan dergisinde yayınlanan bir karikatürün, peygamber tasviri suçlamasıyla hedef alınması, 2 Temmuz’un 32. yıldönümünden birkaç gün önce dergi etrafında toplanan kalabalıkların “yak, yak” çığırtkanlıkları, İçişleri Bakanının dergi çalışanlarının gözaltılarını hakarete varan bir coşkuyla duyurması…
Türkiye’de geçtiğimiz haftanın önemli gündemlerinden biri bu oldu, İzmir’deki orman yangını; Boğaziçi mezuniyetinde diplomasını yırtarak hükümeti protesto eden öğrencinin gözaltına alınması; Adana, Antalya, Adıyaman, eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanları ve diğer il ve ilçe belediye yöneticilerinin gözaltına alınmasının arasındaki bir zaman aralığında.
Türkiye 19 Mart’tan bu yana yeni bir olağanüstü süreçten geçiyor, bu yoğunlukta yaşanan son olağanüstü süreç, 7 Haziran 2015’te AKP’nin ilk seçim yenilgisinden 24 Haziran 2018’de Erdoğan’ın yeni rejim içerisinde kazandığı ilk cumhurbaşkanlığı seçimi arasında, kitle katliamları, bölgesel iç savaş, darbe ve rejim değişikliklerinin peş peşe geldiği, önemli kısmı resmî olarak OHAL içerisinde geçen üç yıllık dönemdi. 2015 Haziran’ından 2016 Temmuz’una kadar geçen süreçte muhalefet sokaktan çektirilmiş, şiddet yoğunlaşmış, kapitalist devletin parlamenter sınırları alabildiğince esnetilmiş, temmuzdaki darbe girişimi sonrası ise yeni bir rejim önce “Allah’ın lütfu” ile fiilen, 2017 Nisan’ında ise –OHAL koşulları, YSK usulsüzlükleri ve ana muhalefetin sessiz onayı ile– resmen yürürlüğe geçmişti. Ardından 24 Haziran seçimlerini Erdoğan’ın ilk turda kazanması ve hemen birkaç hafta sonra iki yıllık OHAL’in “iç rahatlığıyla” kaldırılmasının ardından, ülke yeni rejimin test sürüşüne hazır ve nazır durumdaydı. Devletteki son kaleler olan yargı, emniyet ve ordu küçük ortak MHP ile birlikte tamamen ele geçirilmiş, ilk muhalefet lideri içeri atılmış, tek adam sistemi anayasallaşmıştı.
2018 sonrası tüm yol kazalarından daha da yoğunlaşarak çıkan bu rejim içerisinde “Leman çalışanlarının, iddia edildiği şekilde çizilmemiş olan karikatür sebebiyle, var olmayan bir suçlama ile hukuksuz biçimde gözaltına alınması” gibi bir ifade ne kadar anlamsız olsa da “Leman çalışanlarının gözaltına alınması” şeklinde sadeleştirilmiş biçiminin gerçekliğini değiştirmiyor. Kavram kargaşası, bir tür hukuk tartışmasına değil, hukuk normlarının fiilî yok sayılışının şekilsiz dışavurumuna işaret ediyor. Çünkü bugün elimizdeki fiilî bir rejim. Üstelik on defa daha anayasa da değiştirse hiçbir zaman tam bir kurumsallığa erişmeyebilir çünkü arzu edilen kurumsal bir tek adam rejimi değil, siyasal bir mücadele düzlemi imkânı yaratabilen tüm soyutlamalardan azade şekilde yürütme erkinin çıplak ve fiilî iktidarının zor yoluyla, sürekli bir güvence altında olması. Karşımızdaki devamlı olarak kendi çizdiği meşruiyet sınırlarını aşındırarak kendisini yeniden üretmek mecburiyetinde olan, Canguilhem-vari bir “canavar” beden.
***
Bugün yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada bilinen sınırları içerisinde kapitalist demokrasilerin kendisini aşındırdığı yeni bir konjonktür içerisindeyiz. Batı 2008 krizinin yarattığı toplumsal krizleri çözemediği gibi, çözüm için aldığı önlemler kapitalizmin ağırlık merkezinin giderek daha fazla rantiyeye kaydığı bir mutasyona yol açtı. Sürekli borçlanma ve mülksüzleşme rejimi altında siyasetin nizami sınırları içerisinde kendine yer bulamayan milyonların temsilini, müesses nizamla sahne önü kavgası veren neofaşist siyasetler sağladı. Neofaşizm, bu anlamda yalnızca bir rıza mekanizması değil, ayrıca sermayenin bu yeni dönüşümünün bilinen kapitalist demokrasi sınırlarını aşındıran yönelimlerinin de güvencesi haline geldi. Milyarderlerin seçim satın almaktan ya da darbe yapmaktan övünçle bahsedebildiği bu yeni küresel “normalde” artık normdan, yasadan ya da niye konuşulduğu ile neye karşılık geldiği arasında devasa farklar olan “kurumlardan” bile bahsedebilmek imkânlı değil. Türkiye’de bu yeni “ana akım” eğilimler kendisini Washington, Roma ve Londra’dan çok daha uzun süredir gösteriyor. Dinci gericilik boyutu da bize özgü değil, neoliberal düzenin düşük ücretli ve borçlu köleler toplumunun en önemli rıza aygıtı. Bu yalnızca Modi Hindistan’ı, Orban Macaristan’ı için geçerli değil, “medeniyetin beşiği” ABD’de kürtaj yasakları sebebiyle 12 yaşında çocukların doğuma zorlandığı bir gericilik, tüm dünyanın problemi.
***
Türkiye 2010'dan bu yana meclisten ve anayasadan arındırılmış bir rejim inşası sürecinde. Tüm düzenleme ve değişikliklerin adım adım cumhurbaşkanlığı kararnameleri eliyle gerçekleştiği, meclisin neredeyse tek varlık sebebinin bu kararnamelerin yasallığını güvence altına alabilmek haline geldiği bir dönemdeyiz. Üyelerinin çoğunun iktidar tandanslı olduğu AYM dahil bu yeni eğilim içerisinde bir engele dönüşebiliyor. Bu yalnızca gerici motivasyonları olan bir rövanş projesi değil. Neoliberalizmin akışkan ve tek yönlü yapısına uygun bir yönetim biçimi kurgusu. Batı’da anayasasızlaşma diye bahsedilen süreç, ABD’de Başkanlık Emirleri ile bizde ise Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile somutlaşıyor. Bu rejim biçimiyle bir yandan sermayenin acil ihtiyaçları ânında sağlanabilirken, öbür yandan yasama ve yürütmenin temelinde varsayılan toplumsal uzlaşı da tamamen olasılık dışı hale geliyor.
Meclis veya anayasa ile işaret edilen türden bir toplumsal uzlaşı ya da toplumsal sözleşme tarihsiz, evrensel bir güvence değil, toplumsal mücadelenin güçlendiği dönemlerde siyaset düzleminde ortaya çıkan bir imkândır. Cumhuriyetin sınırlı ve sınıflı bir temsil üzerine kurduğu fakat yapısal düzeyde mümkün kıldığı, ’60’larda yükselen toplumsal mücadele ile olumsal bir karakter kazandırdığı, 12 Eylül ile birlikte ise büyük oranda kesintiye uğratılan bu “mümkünlerin”, bugün fiilî olarak mümkünsüzleştirilme dönemindeyiz. Dünya konjonktüründe uluslararası sermaye, yönetme erkini devlet üzerindeki hegemonyası giderek daha fazla yoğunlaşan bir yürütme organına bırakırken, iktidarına ortak çıkabilecek bir yurttaşlık varsayımının soyut belirlenimi olan meclis ve anayasayı, toplumsal mücadelenin bu düzlemlerde temsiliyet bulma potansiyelleri tasfiye ediyor.
***
LeMan’a yönelik saldırılarla yeniden gündeme gelen şeriat tartışmaları da biçim itibariyle bu eğilimden bağımsız düşünülemez. Türkiye her ne kadar ’70’lerden beri İslami tandanslı linç girişimlerine alışık olsa da bugün bir İçişleri Bakanının açıkça bir iftira üzerinden tasarlanan suçu işlediği iddia edilen dergi çalışanlarına hakaret edip, gözaltında gördüğü işkence videosunu paylaşması, mecliste getirilen salavatlar, muhalefetten gelen sessiz onaylar, hem bu rejimin karakterinin yürütme şekli içinde dönüşen belirleniminin hem de 23 yıllık siyasal İslamcı iktidarın çıktısı.
Ancak tüm bu kargaşada belki araya kaynayan bir detay, Erdoğan’ın Atatürk’ün 1920’de ilk meclisin açılışı için gönderdiği telgrafı işaret etmesi oldu. Meclis açılışı öncesi Cuma namazı kılınması, Kuran okutulması, minarelerden salavat getirilmesi türlü İslami törenlerin yapılmasını isteyen telgrafı hatırlatarak, “Türkiye işte bu telgrafta vücut bulan hassasiyetleri korumak, yaşatmak, yüceltmek, …muhafaza ve müdafaa etmek …istikbale güçlü bir şekilde taşımak için kurulmuştur” dedi.
Önemli olan telgrafın ne dediği, hatta Atatürk’ün bu dönemdeki niyeti ya da fikri değil. Cumhuriyet tarihinin çekmeceleri her konjonktüre uygun böyle yüzlerce telgrafla dolu. Önemli olan bugün cumhuriyetin yaşayan biçiminin anayasal karakteristiği ile değil, ideolojik yorumlar ve varsayımlar ile meşrulaştırılan gündelik pratiklerle şekillenmesi. Anayasadaki laiklik ifadesi yerinde ilelebet kalacak olsa dahi şerri olduğuna hiçbir şüphe olmayan bu yargılamaların, yukarıdan aşağı bir anayasal düzleme, kurumsallığa, hatta resmî bir şeriat hukukuna bile dayatmanın gerekli olmaması, çünkü uzun vadede böyle bir ihtimalin dahi ayak bağı olma ihtimali. Neoliberal gericilik kuşkusuz bir kolaylık ideolojisi, ancak ötesinde, her adımında en ufak yurttaşlık tanımı ve uzlaşı varsayımının yok sayılması ile kendisini yeniden üretiyor. Bundan elli yıl önce kapitalizmin hedefinde “reel” bir siyasal temsil vardı, bugün ise hem tek kutuplu dünyanın sınırsız imkânları hem kendi krizli durumunun da bir mecburiyeti olarak yasal varsayımların “imkân” ve “potansiyelleri” ile mücadele ediyor.
Çünkü 22 yıl süren bir dönüşümün ardından, siyaset alanının en sınırlı ve soyut alanında bile rejimin kendisini hedef alacak bir muhalefet örgütlenebiliyor. Soyut düzlemlerin üzeri çizilse de sokaklar var olmaya devam ediyor.