Google Play Store
App Store

E. İmamoğlu’nun 18 Mart 2025 günü diplomasının iptal edilmesi ve hemen ertesi gün gözaltına alınmasıyla Türkiye bir kırılmaya doğru ilerlemeye başladı. 19 Mart akşamüzeri başlayan “muhalif direniş dalgası” 29 Mart Cumartesi günü Maltepe’de gerçekleştirilen büyük buluşma ile politik gerilimi daha da artırdı.

Muhalefet, önce saldırının ana hedefi olan Saraçhane’yi korudu ve ele geçirilmesini önledi. Özgür Özel’in günlerce belediye binasından çıkmaması tam anlamıyla liderin ateş hattına, ön saflara gelmesine benziyordu. Saraçhane’nin düşmemesi insanlara umut aşıladı. Her gün İstanbul’un değişik noktalarından Saraçhane’ye doğru yola çıkanların çoğunluğunun gece yarısından sonra biber gazı, cop, gözaltı şiddeti altında bile olsa evlerine dönebilmeleri cesaretlerini daha da artırdı. 23 Mart Pazar günü sandıklara atılan 16 milyona yakın oy ve Saraçhane’nin “şimdilik de olsa” ele geçirilemeyeceğinin anlaşılması Saraçhane Savunması ile yetinilmemesi gerektiğini gösterdi.

Saraçhane’yi güvenlik altına alan muhalefet 16 milyon oyla aslında sandığından çok daha güçlü olduğunu fark etti. Bu gücü gözleriyle görmek ve göstermek için de insanları Maltepe’ye çağırdı. Maltepe’de liderliğini CHP’nin üstlendiği bir blok/cephe doğdu. Muhalefet cephesinin bir ana gövdesinin olması (CHP) ve bu gövdeye eklemlenen çok renkliliği (gökkuşağı) en güçlü yanı. Biz hepimiziz ve sen teksin; farklılıklarımız olsa da, hepimizin ortak hedefi “tek adam rejimi”nden kurtulmak. Hedefte ortaklaşmak düşmanlaştırmaktan çok farklı bir politik strateji ve şimdiye kadar çok başarılı oldu. Başarıyı gördükçe de muhalefetin özgüveni artıyor.

Maltepe, saldırının durdurulduğu bir sınır oldu. Sınırda biriken muazzam güç, kazandığı moral ile soluklanmadan imza kampanyası ile direnişi sınırdan yüzeye doğru yaymaya başlıyor.  Muhalefet ve direniş aynı anda, aynı yerden; aynı anda, her yere doğru yayılacağa benziyor.

***

Boykot kampanyası “Ben tek başıma ne yapabilirim ki”den “Şu ürünü satın almamam da politik bir eylem ve tekil eylemimle bir şeyi değiştirebilirim” duygusu aşılıyor insanlara. Boykot kampanyasının ikili bir gücü var: Hem kendilerinin politik eylem yapabilen politik özneler oldukları hissinin insanlarda inşasını sağlıyor. Hem de ve daha önemlisi ise, statü için tüketmek zorundasın baskısından özgürleşmeyi vadediyor. “Satın alamıyorsan eziksin” zorlamasından “Satın almak zorunda olacak kadar ezik değilim” vaadiyle kurtarıyor. Siz bakmayın “Nusr-et’e zaten gidebiliyor muyduk ki ne alakası var” diyenlere. Nusr-et’e, Espresso Lab’a gidemediği için kendisini başarısız hissedenlerin “Bu ürünleri ancak iktidar yancısı ezikler tüketir”e evrilmelerinin yarattığı etki büyük. Sağ olsun iktidar ve AKP, belki de hayatlarında D&R’dan içeri girmemiş, Espresso Lab’den caramel latte satın alamamış kişileri oralara doluşturarak hem kendi ayağına kurşun sıkıyor, hem şirketlerin boykotun doğru hedefleri olduklarını kanıtlıyor, hem de “Satın alan eziktir” propagandasını güçlendiriyor. Bir yandan da yoksul AKP seçmeni ailelerin çocukları, AKP elitlerinin çocuklarının aslında hangi mekânlara “takıldıkları” gerçeği ile yüzleşiyor.

İktidarın dezenformasyon, yalan, çarpıtma görüntü gibi araçlarla gerçekliği bozma stratejisi bu kez işlemiyor, hatta kendisini vuruyor. RTE, Gürcistan’da kaydedilmiş sokak çatışması görüntülerini İstanbul diye paylaşırken Esenyurt Gaziler Camii önünde teravih namazı kılanlar, kadraja giren EspressoLab için namaz kılıyorlar söylemiyle yayılarak, daha fazla etkileşim alıyor. İktidar “Bu haberler, görüntüler gerçek değil” diye kendini yırtmak zorunda kalıyor.

***

Mücadelenin diğer tarafı ise yaptığı hamlelerde yanılmaya ve yenilmeye başladı. Süreci biraz geri sararsak, 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası yenilgi duygusundan birkaç ayda sıyrılan ve normalleşme yanılsaması ile gücünü toparlayan iktidar yaz aylarını strateji belirleme ile geçirip, sonbaharda karşı saldırıya geçmiş gibi. İmamoğlu’nun diploması ile ilgili 2020 yılında yapılan şikayete diploma uygun yanıtı verilmiş olmasına karşın, 2024 Eylül ayında ikinci bir başvuru yapılıyor. Önce DEM Partili belediyelere kayyum, ardından Bahçeli’nin “açılımı”, Suriye’de HTŞ’nin Şam’ı alması, tutuklamaların CHP’li belediyelere yönelip İstanbul ilçe belediye başkanlarının birer birer tutuklanmaya başlanması, hortlatılan Gezi soruşturmalarıyla sokağın korkutuculaştırılması, PKK silah bırakacak CHP’ye kayyum atanacak iddiaları gibi gelişmeler, iktidarın bütün tuşlara basarak bir tür “sivil darbeye” hazırlandığını gösteriyor.

***

RTE’nin 31 Mart yenilgisi ve derinleşen ekonomik krizle birlikte, 2028 yılında yapılacak bir olağan seçimde iktidarını korumasının mümkün olmadığını gördüğü anlaşılıyor. Bu nedenle de 2027 sonu yaptıracağı bir “erken seçimde” ömür boyu iktidarının önünü açacak şekilde “mıntıka temizliğine” girişerek, adım adım İmamoğlu’nu yalnızlaştırıp, CHP’yi iç kavgaya sürükleyip, Kürtlere havuç-sopa siyaseti dayatıp, sokağı kriminalize ederek muhalefeti temizleme siyaseti gütmüş olmalı. Geçmişte RTE gerer, muhalefet geri adım atardı. Bu kez RTE gerdikçe, İmamoğlu ve Özel de gerdi. İmamoğlu, belediye başkanları tutuklandıkça, “Sıkıysa bana gel” demeye başladı. Muhalefet uyguladığı normalleşme yanılsamasından gerginliği sertleştirme siyasetine neden ve nasıl geçti önemli değil. Ama RTE’ye bilerek ya da bilmeyerek en kabul edemeyeceği söylemi yöneltti: Sıkıysa yap! Geçmişte bunu bir tek Selahattin Demirtaş yapmıştı ve RTE bedelini ağır ödetmişti, ödetiyor da hala. Galiba Demirtaş’a yapabildiğini yine yapabileceğini sandı. Hâlâ da sanıyor olabilir. Bugüne kadar sadece “dış güçlere” karşı geri adım atan RTE, İBB’ye kayyum ata(ya)mayarak hem kendisi hem de karşıtları için bir kırılma anına neden oldu. Ama bu kırılmanın henüz nihai kırılma olmadığını görmek de zorunlu.

Kof kibir, en güçlü olduğunu sandığı anda aslında en zayıf dönemindedir ve zayıf olduğunu hissetmenin yaratacağı acıyı zulmü artırarak dindirmeye çalışır. Zaman safları sıklaştırma zamanı değil. Her yerde, aynı anda sınırları geçip yüzeye yayılarak; bir değil, binbir muhalafet yaratarak karşı koyma zamanındayız.