Google Play Store
App Store

Sizin de sabaha gözlerinizi bir şarkıyla açıp gün boyu onunla dolaştığınız olmuştur. Seçimlerden bu yana, yerelde kazanılan başarının açtığı geniş fırsat alanında doğru adımlarla halkçı, ilerici proje ve uygulamaların yaratabileceği değişimin heyecanıyla ve umutla bakmaya çalışsam da üst üste yapılan hatalar, gaflar canımı sıkıyor. Popülizmin ve kendi konuşmasının heyecanına kapılan siyasetçilerin, vadettikleriyle çelişen, tutarsız eylem ve açıklamaları daha önce bu köşeden defaten seslendirdiğim ideoloji ve anlayış değişimi olmadıkça gerçek bir değişim beklemenin yersizliğiyle bütünleşiyor. Bir süredir kendime bile dillendirmekten kaçındığım yanılsama zihnimi meşgul ettiğinden olsa gerek bu sabah uyandığımda şarkı dilimdeydi. “Niyet neydi akıbet ne oldu bak!”

Dillerde bir normalleşme, yumuşama söylemi ve buna paralel olarak gündemde yan yana pozlar, “istikşafi” olsun olmasın makama bağlı “nezaketli” görüşmeler var. Seçim sonuçlarıyla birlikte toplumun bir kesiminde yükselen umudun yanına yakışacağı düşünülerek yerleştirilen özlediğimiz görüntüyü veren barış içinde medeni iletişim ve çözüm adımları atılıyor. Tablo pek güzel de peki gerçekler nasıl? Konu yine belleksiz topluma geliyor. Hafızamızı şöyle bir tazeleyecek olursak, iktidarı ele geçirme yolculuğunda ve sonrasında tahtın sallandığı her dönemeçte Erdoğan’ın, gündeminin başköşesine yerleşen ve kullanışlı aydınlar tarafından da destek alarak iş gören (!), döneme göre adı değişen hamlelerini hatırlamalıyız. Alevi açılımı, Kürt Açılımı, Çözüm Süreci, Özgürlükçü/Modern Anayasa… Muhalefetin programında iyi niyetli olduğuna inanmak istediğimiz yanılsamalar, oyalanmalar da listede istikşafi görüşmeler, helalleşme, yumuşama, normalleşme başlıklarıyla yer alabilir. Bu hamleler yapılırken de özellikle muhalefetin diline taşınan iktidarın yerleştirmek istediği milliyetçi, gerici, dinci kodlar dikkat çekiyor.

Son gündem konusundan başlayalım. Özgür Özel’in Arapça tabelalarla ilgili çıkışı yabancılara karşı körüklenen ayrımcılığın önlenmesi, ‘ana dil hakkı’ gibi pencerelerden bakıldığında anlamlı ve gerekli görülebilir. Ama bu bilinci oluşturmak istiyorsak ve samimiysek başlamamız gereken yer tabelalar mıdır? Yoksa açıkça yabancı düşmanlığı yapan hatta hızını alamayıp kentinde billboard’lar giydirerek yabancıları kovan, onlara “varlık vergisi” getiren, evlenebilmelerini adeta haraca bağlayan belediye başkanlarının eylemleriyle mi ilgili olmalıdır? Bu konuda açık ara nefret söylemiyle tanınan Bolu Belediye Başkanı’nı partiye yeniden davet ederken bir uyarı yapılmış ve mutabakat sağlanmış gibi de durmuyor değil mi? Arapça tabelalarla ilgili açıklama yapanlardan biri Beyoğlu Belediye Başkanımız İnan Güney olmuştu. “Doğrusu ben bütün tabelalar kendi dilimizde olsun isterim” diyen başkan hem kent sakinlerinin görüşüne başvuracağını hem de kimseyi incitmeyecek şekilde adım atacağını söylemişti. Çıkış noktası bence çok önemli. İktidarın kimliksizleştirme politikalarının esiri olmadan, kimseyi ayrıştırmadan, “gaddar belediye başkanı” konumuna düşmeden Beyoğlu’nu hem yaşam hem turizm adına kendi kimliği ve dokusuna kavuşturmak; olması gerekeni nedenleriyle açıklayarak ama iktidarın hedefinde olmaktan çekinmeden oldukça cesur bir kararlılıkla ve samimiyetle adım atmak doğru bir tutum. Pera’nın zarafeti, kıymetli mekânları çoktan yok oldu. Direnen Panter Kırtasiye gibi birkaç dükkânı saymazsak bugün Dubai alışveriş merkezinde ve beton çölünde gezer gibiyiz. Bu söyleneni örnek alırsak; kuranın diline saygısızlıkla ilgisi olmadığı gibi; tatlıcı, nargileci, parfümcü alınlıklarında Türkçe kalmamış olduğunu düşünürsek, temelinde kendi kültürümüze saygı olduğu çok açık. Kimse Türkçe bilmeyene Arapça açıklama ilanları, menüleri, yönlendirme levhaları konmasın dememiş. İnan Güney’in tabelalarla ilgili açıklaması kadar neye ne kadar ruhsat verileceğiyle ilgili düzenleme ihtiyacı da yerinde.

Umberto Eko Gülün Adı kitabı ile ilgili açıklama metninde “Bir çocuk anadilini çok iyi konuşur ama dil bilgisini yazmayı bilmez. Ancak dil bilimci dilin kurallarını bilen tek kişi değildir çünkü bunları çocuk da çok iyi bilir ama bildiğini bilmez: Dil bilimci, çocuğun dili niçin ve nasıl bildiğini bilen kişidir yalnızca.” der. Ona göre kitaplar zihnin koridorlarıdır. Geçmişi çağdaş bir kimsenin gözüyle görmeden, tarih biliminin söz konusu olmayacağını vurgular. Bu bakışla dil bilincinin bir toplumun kültürel ve tarihsel gelişimi için, ifade biçimi ve özgürlüğü açısından olağanüstü önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda ilk ihtiyaca geri dönecek olursak ayrımcılığı önlemenin yolu iktidarın dilini ve yerleştirmek istediği laikliğe hiç uymayan söylemi benimsemek olmamalı. Her şeyden önce Kuran’ın Arapça olması Arapça’nın Kuran’dan daha eski ve bir toplumun dili olduğu gerçeğini yok edemez, ezemez ve bu anlamda bir incinme vesilesi de olamaz. Kimse cami mahyalarından ayet kaldırmıyor öyle değil mi? Bu çıkış eğer yumuşama, uzlaşma mesajı olarak siyasi anlamda işlevsel görüldüyse o da ayrıca problemli. Bu dil “cam tavanın” ta kendisidir ve sol ve sosyalist yönetimi benimseyenler / vadedenler için ilk aşılması gerekendir. “4-6 yaş arası kuran kursları eğitimi ortaçağ düşüncesidir” gibi son derece doğru ve haklı bir çıkışın ardından aynı Genel Başkan “Kuran dili” vurgusuna başvurduğunda şiddetle karşı durulması gereken ve muhalefet tarafından yeterince güçlü ses verilmediğini düşündüğüm yeni müfredatın dili ve içeriği ile ilgili iktidara alan açılmış olur. Nitekim iktidar kanadından uzlaşı fotoğraflarının yanına da çelişkiyi ortaya koyan açıklamalar yerleşti bile. Bu en basit haliyle normalleşme umarak CHP’yi 1. Parti konumuna taşıyan seçmende güvensizlik yaratacaktır. Ali Erbaş da “geliyor gelmekte olan” fetvalarından birini piyasaya sürmüş, “Matematik dinimizce küllimin haramdır, Allah zaten her şeyi en başından ölçüp, tartıp, biçmiştir. Bunu halen deşmek kimseye hayır gelmez.” demişken önü ardı düşünülmeden yumuşayışlardan “hayırlı” sonuç bekleyemeyiz.

Şimdi koca ülke normalleşme gündemine kilitlenmişken söyleme değil eyleme bakma zamanı. Daha yeni Kırmızı Kedi Yayınevi’nin yazar ve kitapları Erzurum Kitap Fuarı’na alınmayarak yasaklandı. Yayınevi yazarlarından Barış Terkoğlu’na gazetecilik yaptığı için hapis cezası verildi. Sayısız gazetecimiz tutuklu. Hangi normalleşmeden ne sonuç umulabilir?! Yine Umberto Eko’ya kulak verelim. Gülün Adı’nda başrahip tarafından ateşe verilen manastır yanarken söylenen “insanlar okursa öğrenir, öğrenirse içindeki korkuyu öldürür. O zaman da kilise ölür.” sözleri iktidarın din suistimaliyle bilimin yerine gerici müfredat getirme, kitapları yasaklatma, yazarları yakanları affetme, katilleri salıverme hamlelerinin ardındaki anlayışı ne güzel özetliyor. Normalleşme için temel şart hakiki bir yüzleşmedir. Kürt Sorunu ile yüzleşme adına Diyarbakır Hapishanesi, Cumartesi Anneleri, 80 dönemi işkencecilerinin yargılanması, Erdal Eren için adalet yaklaşımları geçmişin içi boş normalleşme adımları olarak öylece önümüzde duruyor.

Eko’nun Gülün Adı eserinde ateşe verilen kütüphaneyi terk ederken kahramanlardan biri olan William’ın sözleri şöyledir; “Hristiyanlık dünyasının en büyük kitaplığıydı. Şimdi Deccal’in gelmesi gerçekten yakındır, çünkü onu engelleyecek hiçbir bilgi kalmadı.”

Yumuşamadan eser göremediğimiz örnekler çok. 1 Mayıs’ta Taksim çağrısı yapan ve işçilerle birlikte yürüme sözüyle birlikte bir anlamda güvence veren siyasi parti liderleri ve sendikalar usulca Saraçhane’ye yönelmişken onlara inanarak Taksim’e çıkmayı zorlayanlar gözaltına alındılar, hatta adeta bir cadı avıyla kapıları kırılarak, dövülerek evlerinden toplandılar. Özgür Özel bir röportajında işçinin, emeklinin, öğrencinin hakkı için her yerde mitingler yapacağını söyledi. Kurultay konuşmasında da “Ben mitinglere karşıyım. Miting yapmak karşı tarafı konsolide eder” yaklaşımını eleştirmiş “Sokaktan korkmayan, meydandan korkmayan, toplumun tepkilerinin örgütlenmesine katkı sağlayan barışçıl yollar ile yapılacak her protestonun teminatı olan bir CHP'nin önünde yürüyecek bir genel başkanın sözünü veriyorum” demişti. Sözünü 1 Mayıs için çağrıyı yaparken tuttu ama sonuca baktığımızda normalleşmeyi eylemselleştirmeyen iktidarın tutukladığı gençlerin yanında olamadığımızda bu siyasal iklimde o mitinglerde alanları kim, hangi cesaretle dolduracak?

ODTÜ rektörlüğü bir yandan ABD’de Filistin eylemlerinde öğrencilere zor kullanılmasını kınarken bir yandan da “Şenlik Devrim Sahnesiz Olmaz” eylemlerine katılan 100’dün fazla öğrenciye soruşturma açtı. Haydi iktidarın talimatlarını uygulasın diye atanan rektör yumuşama halinden bi haber peki ya iktidar temsilcileri, yetkililileri, siyasetçiler yumuşamaya aykırı hareketlere son vermesini neden söylemiyor da emniyet güçleri iş başında?!

Soma Katliamının 10. Yılında iş cinayetinden bir kişi bile tutuklanmamış, beraatler yağdırılmışken dava avukatları Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay’ın tutukluluğu sürüyor. Can Atalay’ın vekilliği engelleniyor. Seçilmiş Kürt siyasetçiler tutuklu ve adalet beklerken yeni seçilen Belediye Başkanları için yine kayyum kılıcı tehditkârca sallanmakta. Filistin’e gidilecekti, Gezi tutukluları cezaevinde ziyaret edilecekti, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkılacaktı. Elbette tümü çok kıymetli ve samimiyetine inandığım haklı ve doğru çıkışlar. Gelgelelim normalleşme bunlara izin vermedi. Kapalı kapılar ardında Can Atalay, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Gezi tutsakları arkadaşlarımız için taleplerin iletildiği ve bir uzlaşı umulduğunu kulis bilgilerinden anlıyoruz. Mutlaka bu sağlanmalı. Ancak AİHM kararlarının uygulanmayışı, AYM’nin tanınmayışı hiç normal değilken çok sevineceğimiz özgürlük sadece simge isimler için gelebilecektir. Oysa normalleşme herkes için, halk için, hepimiz için ve hukuk devleti, parlamenter sistem, laiklik güvencesiyle sağlanmalıdır. Bu koşullarda normalleşme ihtiyacının ve atılabilecek bu adımların muhalefet ile uzlaşı nedeniyle sağlanacağını düşünmek en hafif tabiriyle yakın tarihin deneyimlerini unutmak naifliğiyle alt okuması eksik bir başarı arayışı olarak kalmaya mahkûm. İktidar her zaman olduğu gibi sıkıştığı yerden seçmeni yumuşatma, özellikle de dış dünyaya mesaj verme, kendi önüne geçen CHP başarısını sönümlemek, eritmek niyetiyle hareket ediyor. Ekonomik koşulların keskin olumsuzluğu düşünüldüğünde sıcak para akışı için kapı açacak bu adımların atılması için çok iyi bir zemin sağlanmış görünüyor. Bu süreçte İktidar lehine sonuçlanabilecek ikinci fayda muhalefetin güçlenmesiyle oluşacak talepleri, sendikal hareketleri, sivil toplum hareketliliğini sönümlemek, sol değerlerin benimsenerek yayılmasının önünü bu sözde normalleşme ve yumuşama görüntüleriyle kesmek olacaktır.

‘Git şarkı, çık aklımdan, daha erken’ diyerek özellikle yerel yönetimlerde başarılı proje ve çalışmaları paylaşmaya, iyiyle güçlenmek, iyiyi yaygınlaştırmak için sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Kimileri için ‘travma’ olarak tanımlanan 89 dönemi belediyecilik anlayışından bugüne uzanan deneyimi güçlendirecek çalışmalarla umudumuzu yitirmeden ve eleştirilerimizin hataların yol kazaları olarak geç olmadan düzeltilebileceğine inançla yola devam.