Google Play Store
App Store

Bram Stoker’ın romanı Dracula, 1897’de yayımlandı. Gündüz tabutunda uyuyup gece ava çıkan, insanların kanını emerek yaşayan vampirlerin öyküleri, Orta Avrupa folklorunun başat unsurlarından biri olarak yüzlerce yıldır anlatılıyordu zaten, ama bu görece yeni medya -roman- sayesinde ‘sıradan’ bir halk hikâyesi olmaktan çıkıp hem yaygınlaştı hem de gerçekten ölümsüzleşti.

Romanın popülerleşmesinde, yüzyılın bitişine denk gelmesinin büyük etkisi olsa gerek. ‘Yüzyılın sonu’ -fin du siècle- kavramı sadece bir takvim değişikliğini değil, bireysel ve toplumsal endişelerin kıyamet beklentisiyle harmanlanarak iyice belirginleştiği bir kitlesel histeri ortamını da işaret eder. Dracula hem böyle bir dönemde yayımlanmıştı, hem de tarihin önemli değişimlerinden birinin metaforik anlatımıydı: Artık köylülerin kanıyla beslenemeyen Kont, taşradan uzaklaşıp kente taşınır. Köhnemiş feodal sistemden kapitalizme geçecek, sömürüsünü artık sanayi toplumunda, işçi sınıfının kanıyla sürdürecektir.

Ama bu iki üretim sisteminin dinamikleri birbirinden çok farklı; üretim biçimini değiştirmeden dağ başındaki şatodan Londra’daki malikâneye taşınmakla, burjuva evindeki kızların kanını emmekle, “Dün konttum, bugün patronum!” demekle olmuyor. Kont Dracula da bu gerçeği acı biçimde öğrenecektir.

∗∗

Kısa zaman sonra, romandan çok etkilenen genç bir Alman senarist, Henrik Galeen, bu anlatıyı filmleştirmeye karar verir.

Tipik bir dışavurumcu -ekspresyonist- olan Galeen’in senaryoları ‘yüzyılın sonu’ endişelerinden, toplumsal çözülme eleştirilerinden bolca beslenmektedir. Galeen Yahudi kökenli olmasına rağmen, tuhaf biçimde Dışavurumcu Alman Sineması’nın anti-semitik başyapıtlarında adını mutlaka görürsünüz: Orta Avrupa Yahudi mitolojisinin en çarpıcı hikâyelerinden biri olan Golem (Der Golem, 1914/1920), ürkütücü bir ‘ruhunu satma’ öyküsü olan Praglı Öğrenci (Der Student von Prag, 1926), kadın düşmanı ve ‘öjenik’ ırkçı Alraune (1928) onun imzasını taşır.

İşte bu genç adam, belki biraz da yaklaşan kıyameti hissederek, Dracula’yı perdeye uyarlamak ister. Yapımcılar kabul eder ama Bram Stoker’ın mirasçıları kabul etmez. Bunun üzerine Galeen, karakter ve mekân adlarını değiştirerek, Murnau’nun yöneteceği Nosferatu’yu (1922) yazar.

‘Bir Dehşet Senfonisi’ alt başlığını taşıyan Nosferatu, aradaki 25 yıla rağmen, Stoker’ın romanının başarılı olmasını sağlayan koşulların ortasına doğmuştur: 1. Savaş’ın neden olduğu yıkımın, ekonomik belirsizliklerin, dehşetli bir enflasyonun (Alman ekonomisi, 1 doların 4.2 trilyon Alman markı edeceği günlere doğru ilerlemektedir), hızla yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığının gölgesinde, Orta Avrupa taşrasından -hem de Çingenelerin diyarından!- kalkıp Almanya’ya taşınan, Almanların toprağına, kadınına ve kanına göz diken korkunç bir yabancının öyküsü!

∗∗

Romanın yayımlanmasından beri 127, ilk filmin yapılmasından bu yana 102 yıl geçti. Bu süre boyunca hem Stoker’ın romanı hem de Galeen’in senaryosu defalarca sinema ve televizyona uyarlandı, hikâyeyi farklı kıtalara taşıyan sayısız roman yazıldı, çizgi-romanları ve bilgisayar oyunları yapıldı, bundan sonra da yapılacaktır mutlaka. Ama Werner Herzog’un filmi (Nosferatu, 1979), Anne Rice’ın romanı ve Neil Jordan’ın filmi (Interview with the Vampire, 1976/1994), Francis Ford Coppola’nın yazar adını özellikle vurgulayarak yaptığı uyarlama (Bram Stoker’s Dracula, 1992) gibi az sayıda iyi ürünü dışarıda tutarak söylersek, bunların büyük çoğunluğu ucuz kitle kültürü ürünleriydi.

Böylece geldik Robert Eggers’in etkileyici görüntülere rağmen senaryosu aşırı zayıf Nosferatu uyarlamasına...

∗∗

Bu hafta (3 Ocak) gösterime girecek olan son Nosferatu, zamanlama açısından da, öykünün üstünde yükseldiği toplumsal veriler açısından da pek sağlam ve anlaşılabilir bir yerde durmuyor. Kaynak anlatıda Dracula ile ‘esas kız’ (Mina/Ellen) arasındaki tutku, kontun emlak sözleşmesini yapmasından sonra başlar. Oysa bu Nosferatu’da her şey, kaderci bir yaklaşımla önceden belirlenmiş gibidir: Açılış sahnesinden itibaren sürekli depresif, karamsar, psikolojik yönden epey sıkıntılı görünen Ellen karakteri, korku ve şehvet içinde uzaklardan gelecek birini bekler. Yeni evlendiği Thomas henüz Transilvanya’ya doğru yola çıkmamışken, Ellen kabuslardan “O geliyor. O geliyor!” diye uyanır. Bu sırada kont da Karpatlar’daki tabutunda Ellen’ı düşlemektedir. Tüm anlatı, dayanakları belirsiz bırakılmış bu temelsiz ilişki çevresinde kurulur.

Bunu ‘yaklaşım farkı’ olarak nitelemek olası tabii, ama senaryoyla ilgili öyle ciddi sorunlar var ki, senarist-yönetmenin bu farklı yaklaşımının sorunlu olduğunu düşünmek hiç de yersiz olmaz. Bunalımlı Ellen dışındaki hiçbir karakterin derinleşememesi, koskoca kontun bir çizgi-roman kötüsü gibi görünmesi, şatoya giden yoldaki Çingene köyünün anlamsız gerçekdışılığı, Profesör von Franz’ın (özgün anlatıdaki Van Helsing) giderek kendisinin kötü bir karikatürüne dönüşmesi ve nihayet filmin son derece romantik ama aynı oranda inandırıcılıktan uzak final sahnesi...

En kötüsü de, en azından benim için, ‘3 N prensibi’ olarak adlandırdığım anlatı kriterlerinin (Ne anlatıyor? Nasıl anlatıyor? Niçin anlatıyor?) üçüncüsünü tamamen yanıtsız bırakması...