Google Play Store
App Store

Artık ismiyle kamuoyuna malomuş ‘Narin Cinayeti’ne dair en çarpıcı tespit herhalde cenaze töreninde imamın konuşmasındaki şu cümleydi: “Bu musalla taşında yatan, vicdanımızdır!” O kadar gerçekti ötesinde söylenecek her şey ‘vicdansızlığın’ seviyesine dair olabilirdi. Bu ifade yıllar önce yine bir cenazenin ardından, yaşlı-dindar aile büyüğünün, “Vicdan yoksa namazın da bir kıymeti yoktur” sözünü hatırlattı. Sanki felsefenin en baştan dert ettiği kavramlar, Narin’in coğrafyasındaki sosyolojinin gündelik ahvalini anlatan birer aracı gibiydi.

Narin’in fotoğraflarına her baktığımda, dünyaya geldiği coğrafyadaki çocukların hüzünlü öykülerini görüyorum. O öykülerin neredeyse hepsinde ‘vicdanın musalla taşına yattığı’ haller söz konusudur. Mesela coğrafyaya güya ‘medeniyet’ getirme iddiasındaki kamu görevlilerinin el koyduğu çocuklar vardır. Çoğu Narin ile aynı yaşta olan bu çocuklar evlatlık ya da hizmetçi olarak bilinmedik memleketlere götürülmüşlerdir. Şeymus Diken’in ‘İsyan Sürgünleri’nde okumuştum, memleketinden çok uzaklarda ikamete mecbur edilmiş o çocuklardan birine İskan adı verilmiş, sonra İskan büyümüş, milletvekili olmuştu. Ama çocukluk geçmişi her zaman hafızasının merkezinde kalmaya devam etmişti.

Politik, kültürel ya da iktisadi nedenlerle coğrafyalarını terk etmek zorunda kalan çocukların, vasiyetlerinde ‘memleketinde toprağa verilme arzusu’nu başa koymaları bundandır. Böylece bir ömür boyu süren hasretin bitebileceğini düşünmüşlerdi belki. Belediyelerin, ‘memleketine gidecek cenaze istatistikleri’ne bakın, bu gerçek çıkar karşınıza.

∗∗∗

Bu coğrafyanın çocukları kurtuluşun en büyük aracı ve ideal olarak gördükleri eğitimlerini de genellikle ‘yatılı okullarda’ yapmışlardı. Çünkü başka seçenekleri yoktu. Zaten “Yatılı Bölge Okulları” sadece o coğrafyanın tanıdığı eğitim kurumlarıydı. Ülkenin başka bir bölgesindeki çocuklardan farklı olarak, resmi bir “disiplin” içinde yetiştirilmişlerdi. Çocukken disiplinin her türü ve itaat kültürünün katı bir muhatabı olmak, o coğrafyanın çocuklarına düşmüştü sanki. Elazığ Kız Enstitüsü Müdürü Sıdıka Avar’ın hatıratını her okuduğumda bu dehşet disiplin ve dışlama pratiklerini ve insanı ürperten halleri derinden hissederim.

Yoksulluk zaten o coğrafyanın bir kaderiydi. Hayatı sürdürebilmek o kadar zordu ki 1960’lı yıllarda yoldan geçen iki kamyonu durdurarak iki çocuğunu sürücülere bırakan babanın öyküsünü dinlediğimde içim parçalanmıştı. Ne taraftan bakarsanız tarifsiz bir acıydı. Yıllar sonra bu çocuklar yeniden kendi memleketlerine gelecek, ailesini bulacaktı. Ama artık hiç bir şey o çocukluk travmalarını giderecek güce sahip olamazdı.

∗∗∗

Bu coğrafyanın çocukları büyüdüklerinde de genellikle ‘kenarda’ kalmak zorundaydılar. Zira halleri ve dilleriyle öteki coğrafyaya aitlerdi. Dil bilmezler ya da bilseler de hâkim dile sonra dahil oldukları her şekilde belli olurdu. Velev ki çeşitli alanlarda başarılı olsalar da, ‘ötekilik’ ve ona karşı inşa edilmiş algılar yakalarını bırakmazdı. Birinci ligde oynayan bir futbolcudan dinlemiştim, başarılıydı ve ülke ondan söz ediyordu ama mümkün olduğu kadar konuşmamaya çalışmıştı. Çünkü her konuştuğunda, coğrafyası-etnisitesi ortaya çıkıyordu ve bu durum ülkenin kültürel ikliminde türlü dışlama edimleriyle karşılaşmak demekti.

Bu kederli coğrafyada çok şey politik sistemlerin yarattığı felaketlerin ürünüydü. Coğrafyanın çocukları da o felaketlerin mağduruydu. Başka pek az coğrafyada buradaki kadar ‘yetimlik’ yaygındı. Çünkü aileler türlü saldırıların hedefi olmuş ve çoğu çocuk; annesiz, babasız ve kardeşsiz büyümek zorunda kalmıştı.

Özetle bu coğrafyanın çocukları, diğer coğrafyaların çocuklarından çok daha farklı ortamlarda büyüdüler. Elbette çok şey değişti geçen yıllarda ama çocuklar söz konusu olunca belki de az şey değişti. Şimdi Narin’in hazin öyküsüyle bambaşka bir şey ortaya çıktı. Koca bir “aile”, bütün politik sistemlerin kötülükleriyle yarışacak kadar büyük bir kötülüğün aktörüne dönüşmüş görünüyor. Bin türlü fenalıklar görmüş bu coğrafyada, bir ailenin kendi masum çocuğunun katili olmasından daha büyük bir kötülük ve felaket yoktur herhalde.